26 Aralık 2007 Çarşamba

SAHİPLİ DÜŞLER

Diyen dedikten sonra bir defa daha söylemenin bir zararı yoktur nasılsa. Arayan buluyor gerçekten belasını da Mevlasını da. Yeter ki bulunmak istensin.

Bulduğumun resmidir bu satırlar. Buldum yitiklerimin başlangıcını. Nöbet tutan bir kederle bekliyormuş meğerse bulmamı. Melez tenini güneş ve zaman incitmemiş hiç. Her şeyi olmuş, zaman denilen yalanın sayfalarında. Bir kedisi olmamış ama hiç. Bir küçük kedi sarılmamış ve sürtünmemiş paçalarına. Yalvarmamış sev beni diye. Geçen yılların içinde bir yer bulamamış beyaz tüylerine. Sokak kapısının arkasında unutulmuş yıllar yılı. Sesi çıkmamış. Ağladığı duyulmamış.

Soğuk bir apartmanın merdivenlerinin arkasında bulunmayı ummuş yıllarca. Sahibini görmüş hep rüyalarında. Kâbuslarını kovmuş onsuz gecelerce. “Hayır yaşıyor!” diye diretmiş “gelecek bir gün biliyorum, alacak evinin içerisine!”. Kim istese sevdirmiş kendini esirgemeden ama içindeki acıyı dindirememiş. Yabancı kollarda hakikat olan el sevdalarına bile dayanamamış. Bulursa doyduğu, bulmazsa doymayı uydurduğu bir hayatı yakalamış kendi kuyruğunda.

Arada bir sokağa çıkmış. Bakınmış sağa sola bir ümitle. Görür müyüm görünür müyüm diyerek. Ne gören olmuş ne görünebilmiş. Güneş gözlerini almış, fersiz kalmış. Bir masal yazmış tüylerince uzun uzadıya. Başka kedilerle dalaşmadan ama arkadaş ta olamadan. Yürümüş sokaklarca. Minare tozlarını koklamış gölgelerinde. Gözüne gölgeler düşünce, başı göklere yükselmiş. Gördüğü ince uzun beyaz şahadet gibi duran minareleri şahit tutmuş tek başına gezdirdiği yalnızlığına. Korkmuş bulutlara bıçak gibi saplanacak minarelerden. Ya bu kadar uzaksa varlığın diye ve ya bu kadar uzunsa bulunduğun dünyaya uzanan yol. Ağaç olsan tırmanır çıkılırsın. Rüzgâr olsan tövbeyle sığınırım. Şimşek olsan… Allah kerim.

Yılları uçurtma kuyruklarına eklemiş yeni yetme çocuklar. Ne kadar uzun olursa o kadar güzel uçacağına inançla. Yorulmuş üstü açılmadık günahta. Soyunmuş varlığından, dönüp geldiği merdiven aralığında yummuş feri sönen gözlerini ve uyumuş derin bir uykuya.

Ummuş geleceğini ama. Söylenen tüm yalanlara inanması bundanmış. Ümit etmekten başka payına kalan olmamış. Anlamış dalarken rüyaya. Hayat denilen heyula aramakla yorarmış. Bulan bulduğunu indirirken kucağından, kıymet ve değerini bilemeden, bulamayanı kuyruğunu yakalamaya çalışan kediler gibi dolanır, ağlarmış. Son bir rüya dilemiş Mevla’sından sahibini göstersin diye. Bir düşün içinde saklamış sıcaklığını ve derin bir uykuya bırakmış kendini.

Bulduklarında tiksinerek bakmışlar çıplak uyuya kalan kediye. Bir kürek ucuyla kazımışlar olduğu yerden bir poşete koymuşlar iğrenerek. Bir zamanlar yaşadığının önemi olmamış. Bir kadın söylene söylene yıkamış en keskin deterjanlarla kedinin sahipli düşlerini dökülen yerlerden. Nefret etmiş buradan başka bir yer bulamadın mı diye dırdırlanmış. Küçük bir çocuk elleri dudaklarında, tırnaklarını ısırmış. İki damla yaş bulmuş kalbinde gizliden. Annesinden habersiz acımış bir rüyanın kazınışına. Kedinin gözünde donup kalan gözyaşı, bir çocuğun gözlerinden tazecik kalbine, ömrünce kurtulamayacağı bir keder olup akmış.

24 Aralık 2007 Pazartesi

SOBE ZERRİN PAPATYAM SOBE KİHKİHKİH ::::)))))))))))

BANA DAİR (II)

Hayatı karıştırmamak lazım. Yeterince karışıkken zaten genç fırtınaların elleri ağızları bağlanmışken, bir saatten sonra yeniden üflememeli tabiatın meleği rüzgârlarını. Yorgun zamanların yorgun ve yaşlı çocuklarıyız biz. Uzun yollarımız oldu. Uzun yalnızlıklarımızı doladık boynumuza. Kışları eldivensiz geçirdiğimiz ellerimizi ısıtmak için yanımızdaki sevgilinin ellerini tuttuğumuz zamanlarımız vardı. Kızamığın hala popüler olduğu zamanların çocuklarıydık ama geçti. Atlattık. Çiçek aşılarımız oldu kocaman güller gibi kollarımızda açan. Tenlerimiz siyahtı bizim. Kaybettiklerimizin meleziydik. Nedense iyi durmadı aşka saran sarmaşıklar üzerimizde. Vatan nidaları atarlardı büyüklerimiz. Gurur denilen bir şey vardı. Dönüp giderken geriye dönüp bakmamak vardı. İçinde biriken acıları içinde saklamak en iyi hasletti. İyi kötü bir yol tutturmaktı esas. Gizlice dinlediğimiz aleni isyankâr şarkılar çalınırdı kulaklarımıza. Yollar yürümekle bitmez derlerdi. Daha da kızardık daha da susardık. Acılarımıza bile gülebilen bir nesildik. Olmaz olasıca bir nesildik. Apolitik dedi kimi yeni yetmeler. Yaşadıklarımızı biliyorlardı. Onlar kadar özgür olabilseydik ve onlar kadar serbest bırakılsaydık ilk sivil ihtilali kendimizde yapardık. Unuttukları tek şey her şeye rağmen bu kadar dayanıklı olmasaydık bugün bu kadar imkânlarının olamayacağıydı. Yeterince değerlendiremedikleri ortada yinede.

Hayat bu kadar zor değildi hep bildim bunu. Bu hale getiren bizden başkası değildi. Berbat etmeyi istedikten sonra berbat olabilmesi çok kolaydı. Üzerine gitmek gerekmedi hiç. Sadece durarak bile yaşayabiliyorken insan, ille de deşelenmek istiyor nefsi. Sona giden bir yolun başından beri biliyorsun ki bu bir yol. İster yürü ister seyret. O son seni mutlaka bulacak bir gün bir şehrin ara sokaklarında. Üzerinde ister güneş parlasın ister ayın şavkı vursun gözlerine. Yakamozları görecek gözünün olmaması bir yana gönlün olmadıktan sonra sandal sefalarına ne lüzum o saatten sonra.

Bu gün bir kâbus olmalı diyorum yalnızca. Sanki bir anda eskiyecek genç bedenime sıkışmış yaşlı ruhum. Saçlarıma bir anda zemheri vuracak ve bir anda güneş kavuracak yüzümdeki topraklarımı. Feri sönecek ışıldayan gözlerimin. Yollar… Ne çok ayrılıklar ne çok sapaklar ne çok tali yollar doğurdu öyle.

Bir kızım olsun istemiştim hep sözüm vardı kendime. Oğlumdan sonra olsun diye duam vardı. Ece koyacaktım ismini güya. Ömrüm koymalıymışım belki de. Hani şu insanların resmiyetlerine indirilen en güzel darbe de bu olurdu belki de. Hep söylediğim gibi ismiyle hitap edemeyişime en güzel tepkim olurdu. Seslenen her kesin ömrü olurdu böylece. Sevgiyi zorla duymanın en güzel yolu olurdu. Söylemeye çekinen korkakların işlerini kolaylaştırmış olurdum böylece. Seni seviyorum diyemeyip herkese ayrılığı kefen edip yaşarken üzerlerine giydirenlere iyi bir ses iyi bir sesleniş olurdu bu isim.

Hâsılı tükenmesi gereken bir kap çorba gibiydi hayat. Tamda hastalandığında kaynatılıverilen. Ne bileyim işte öyle bir şeydi sırrı falan yoktu. Tercihlerin vardı. İhtimallerin… Öylece kurulan düzenler vardı. Her birinde figürandın sadece. Ne olursan ol değişmeyen rollerini giyerdin üzerine. Bir tek kendi hayatının kahramanıydın. Kahramanlığını senden başka kimse bilmiyordu. Tüm kâinat senin için yaratılmıştı. Ama sen bir şey istememenin suçlusuydun. Beklentisizliklerin hayatı ummadığın bir şekilde sermiyordu işte önüne. Söylemek gerekiyordu ille de. Söylemediklerini başkalarının hayrına sustuğunda ne ona ne de sana bir hayır getirmiyordu. İstenmeyen yemeğin hasta etmesi gibiydi. Israr gerekiyordu. İstediğini söylemeliydin. Söyleyip kötü bir şey duyma kaygılarının önüne geçmeliydin. “Ne olursa olsun”u göze alabilmeliydik. Korkak değildik ama fazlaca merhametliydik. Merhametimizin ceremesini çektik denizlerden. Çok ürün verdi bize. Onları çekerken yorulduk ya zaten. Ellerimizin kollarımızın bu kadar kuvvetli olmasına sebep buydu ya belki de. Belki de bundan dı vakit bulup da kendimize ağlayamayışımız. Gözlerimizi bizden başka silecek kimsemiz yoktu zira.

Mahvımıza sebep yine de bizdik yani. Sorumlusu diye başkalarının üzerine suç atamadık bu sebeple. Kendi kendimizi mahvetmeye muktedir ince bir zekâmız ve korkutucu bir gücümüz vardı. Çok başarılı olduk hayatta. Hiçbir şeyi doğru düzgün başaramamak en büyük başarımızdı. Kalemleri açıp duruşumuz, kâğıtları hezeyanlarımıza bulayışımız bundandı. Yol çok uzun geldi bize. Belki bu genelleme bile çok fazla olur bu dakikada.

Evet… Yol çok uzun geldi bana. Kırıklarımı çıkıklarımı, kuyruğu kopan uçurtmalarımı ve yağmura gebe bulutlarımı topluyorum şimdi. Yanan kanatlarım, tükenen zamanlarımı alıyorum yanıma. Sustuğum o şehre gidiyorum için için. Madem yollarımın önünde dağlar duruyor ve madem ben gidemiyorum sustuğum o şehre o halde şehr-i huzur doldursun içimi.

Yalnızlığım en sevdiğim sevgilim. Sus ve yanımdan sakın ayrılma. Üşüdükçe üşüsem de ısıtma vazgeçtim. Vazgeçtim gönlümden.

8 Aralık 2007 Cumartesi

BEKLERKEN (BANA ÖZEL)

Bembeyaz bir düş kuruyorum bu günlerde kendime. Bembeyaz badanalı ve duvarlarında mobilyaya ihtiyaç bırakmayan sergeni olan bir köy evinin kapısından içeri giriyorum. Bir başına beni beklemiş bunca zamandır yalnızlık bu evde. Bunca zamandır delice sevdiğim hiç kimseye inanmamış benim aksime, vefasını büyütmüş içimde.

Sevdiğim o kadar çok dostum vardı ki. Hiç biri onları sevdiğim kadar sevememiş beni. Gönülsüzlüğü öğrenmem uzun zamanımı alsa da hiç kimseye en küçük bir kırgınlık besleyemediğim doğru. Bildiğim bir tek şey var. Her insan gönlü elverdiğince sevebiliyor karşısındakini. Eminim artık gönüllerinin yettiğinin en fazlasını bana verdiklerine. İçimde biriken sevginin bu kadar çok olması benim hatam değil. Olsa olsa Mevla’mın bana bir lütfudur bu. Çok sevmemi istedi, ben sadece bana buyurulan emre itaat ettim.

Bir zamanlar beni anlamasını yeterli bulacağım bir kör kuyu arardım kendime. “Sadece yazsam, o bana tek bir cevap göndermese bile” diye düşünerek. Uzun yıllar boyunca çok aradım o dipsiz kuyuyu. Yoktu. Aslında vardı ama ben hep başka yerlerde aramıştım. İçimdeydi aslında. İçimde bana hep seslenen “seni seviyorum” diye riyasız ama canı gönülden bağıran o kuyu bizzat bendim. Şimdi bakıyorum da hem bana hem de başkalarına gani gani yetiyor içimdeki kör kuyu. Nereden anladıklarını hiç bilmiyorum ama kuyu arayan her yetim bir yolunu bulup başucuma gelip saçlarından dökülen aklarını bırakıyor sularıma. Hepsini gül yapraklarımın arasında kurutuyorum, güneşlere çıkarıp turaba dikiyorum. Öperek büyütüyorum, incinmeden ve incitmeden büyüyorlar. Huzuru mahşerime, aşktan vazgeçmeyecek ümitler büyütüyorum. Canlarına dualar okuyorum içimde, dışımda. Vazgeçmeyin diyorum, belki bir adımlık yollarında belkide fersah fersah uzaklarında. Kim bilir belki de yanımdan geçiyorlar bilmeden kim olduğumu. Gülümseyen yüzümü görüp bir yerden çıkaramayarak, iniyorlar belki de birlikte bindiğimiz otobüsten.

Görünen her zaman gördüğümüz şey olmuyor. Arkasında gizli manalara ulaşılamıyor çok zaman.

Hiçbir şey daha kıymetli değil hiç birinin zarif gönlünden. Canımın acısı, sesimin çatlaması, kalbimin küsmesi…

Yazdığım şiirlerin hiç birine keder damlası bırakmadım ki aslında ben ve hiçbir şiirimi gülmeyen bir sesle okumadım bittiğinde. Dünyam hiç gri değildi yıllardır. İstediği kadar kararsın banane, dedim hep. Gökyüzünü seyrettiğim penceremin bir ucundan azıcık söktüm gri rengini yahut tırnak ucumla kazıyıp bir nebzecik güneş çaldım arkasından. Derin derin içime çektiğim her bir yaz ve hep bir bahardı. Uçsuz bucaksız aşklar bulup sakladım en olmadık viranelerden. Güllere talib olanlar çoktu, papatyaları sevdim ben. En çok ama en çok da nergis’imi. Evet nergis… Hiçbir çiçek onun yerini doldurmadı bende. Bir yaz boyu nergis zamanını bekledim durmadan. Gülüyorum şimdi. Neden mi? Bu kadar çok seviyorken hiç kendime nergis almadım da ondan. Yani elinde nergis gördüğünüz o kadın olamam, mümkün değil. Ama bu mevsimde yolundan yürümeyi en sevdiğim sokak, çiçekçilerin olduğu sokak ne yalan söyleyeyim. Merdivenlerden inerken buram buram geliyor ya nergislerin kokuları. Ohhh diyorum hayat bu değilse nedir ki? Ya mutluluk bundan daha çok nerede yaşanabilir? Bu kadarcık bişey bile mutluluğa yettikten sonra hangi mısraya hançer soğukluğu ilişebilir? Hangi şiir gülümsemeden okuna bilir?

Aslında bu dünyayı bu hale getiren de benim ellerimdi. Hiçbir zaman kontrolü elden bırakmayarak ve her zaman bir hüsnü zannı önüme koyarak yaşadım. Hiçbir zaman kavgayı sevmedim, biraz yüksek ses bile korkuttu beni. Gülen bir oğul dünyaya getirdim. Kaç bebek doğduğunda ağlamak yerine gülmeyi tercih eder ki. Şimdi boyumu geçen boyuyla gurur duyuyor bense karakalem resimlerine aşığım.
Evet, bir gelincik tarlasıyla bir peygamber çiçeği tarlasının birleşme çizgisindeki tek başına kalmış bir dal çiçeğin yalnızlığıydı benimki. Şu var ki, sahiden inanmıştım bütün çiçeklerin birbirleriyle yaşayabileceklerine.

İnsanlar tanıdım yüzlerce. Kötü niyetli olduklarını aşikâr etmedikleri müddetçe ayırt etmedim hiçbir sebeple ve sevdim hepsini de. Ama benim kadar yürekli olmayanları da gördüm. Yüzüme söylemediklerini arkamdan işittim. Çok zaman sevdiklerimden onlar yüzünden vazgeçtim. Tek surat asıklığı yetti geri dönüşüme. En çok da “insanın en kolay kendinden vazgeçtiği” ne inandım. Sebepsiz değildi. Bu yüzden çok kolay vazgeçen biriydim çoğu zaman. Sevdiklerimin hoşnutluğu beni benden vazgeçiren tek sebepti.

Uzun zamandır olmayan beyaz badanalı bir evin bembeyaz örtülü odasındayım. Penceresinden dünyanın en güzel güneşi doluyor odama. Beyaz patiskadan daha fazlasına meraklı olmadığımdan beyaz entarim şimdi çeyizlik patiskam üzerimde, gelinliğime saydığım. Her şey görmek istediğim gibi bembeyaz. İstediğiniz kadar hayalbaz deyin bana, uçtuğuma hükmedin. Size bir sır vereyim mi; gördüğüm dünyanın tamamı benim için kuruldu sadece ve ben görmek istediğim gibi görme hakkımı kullanıyorum. Hayat gördüğümüzden çok daha güzel. İlkokul arkadaşımın anı defterime yazdığı tavsiyeyi tuttuğuma seviniyorum. Hayattaysan sevgili Kenan, bin yaşa kardeşim. Dediğini tuttum inan, mutluluğu hep ayaklarımın dibindeki papatyalarda buldum. Üzerlerine basıp geçmedim hiç, kıyamadım hiç birine. Üzerlerinde uyudum mutlulukların onlarla ısındım. Hayat senin söylediğin kadar kolaydı gerçekten. Gülümseyişim, hiç kimseye çaldırmadım yüzümden. Çok ağladım gizli saklı uzun yıllarca. Şimdi bir o kadar mutluyum inan ki. Tüm dünyanın yetimlerini öksüzlerini toplayıp mutlu etmek için yetecek gücüm mutluluğum var emin ol.

Bir kağıt bir kalem alıyorum elime. Sadece içimde bunca biriktirdiğim yıllarımı, yollarımı anlatıyorum bugünlerde. Bir bahar vardı herkese dair içimde. Size kötü gelen beklemelerde bile benim için bir anzer balı lezzeti vardı. Bundandı bu kadar zevkle yazdığım bütün mısralarımın ve satırlarımın kana tene bürünmesi. Bundan dı içindeki deli oğul balının birazda dilinizi burkması.

(Hayatında bir düzeltmesi olmadığı gibi düzeltmesi olmayan bir yazı. Devamı elbette var)