21 Ekim 2007 Pazar

TEKNOLOJİ ÇAĞINDA DAYATMALAR



Gecenin karanlığı… Hep böyle mi başlar hikâyeler. Neden… Özel bir sebebi yok aslında. Sadece yalnızlık zamanlarında daha kolay kurulur bazen, kendine kurduğun cümleler. Kimsenin sesinin çıkmadığı bu zamanlarda konuşur insanlar yalnızlıklarıyla baş başa kalıp. Bundandır belki de kalem erbabının gecelere müştak oluşu.

Şehir uykuya dalalı çok olmuş. Dışarıya çıkıp saymak geçiyor içimden ışığı hala yanan evleri. Yalnızlık karanlığa tahammülü kırıyor bir yerde. Direncini kaybediyor insan nedense ay zamanları. Sıra sıra dizilmiş apartmanlar kat kat üst üste duruşlarıyla bir öğrenci yurdunun ranzalarını hatırlatıyor bana. Birçokları çoktan gözlerini yummuşken, karanlıkla başa çıkamayanlar gün taklidi ışıklarının altında gecenin saatlerini güne erdirmenin sıkıntısını yaşıyorlar. Kim bilir nasıl hayatlar yaşanıyor ilerlemiş saatlerde bu evlerde. Acil bir hastalık yahut çaresizlik olmasın diye dua geçiriyorum içimden. Yalnızlık ne kadar şikâyetçi olsak da sağız sağlıklıyız ya dediğimiz türden katlanılabilecek bir sıkıntı çoğu zaman. Ne de olsa artık tv yayınları sabaha kadar. Öyle ya kitap okumaya meraklı olmadığımızı dünya âlem biliyor. Şimdilerde bir de internet var öyle değil mi? Uzak mesafeleri yakın kılan, misafirlerimizin yüzünü görmediğimiz, saatler süren misafirliklerimiz.

Kabul etmek lazım verimli geçirebilenlerimiz olduğu kadar, sadece günlük telaşelerin konuşulduğu verimsiz sohbetlerde ediyoruz zaman zaman. Oysa okuma imkanımız olmayan bir çok yayına ulaşabileceğimiz özel bir teknolojiyi koymuşuz karşımıza ve iyi değerlendirmek tamamen kendi elimizde. Yüzünü görmeden sohbet edilen, akıl verilen onca insana rağmen ve tanışılmadan sahiplenilen onca “DOST!”a karşın usul usul kesiliyor hane içerisi sohbetlerimiz. Ardından bir tahammülsüzlük. Birçok sebeple kesilen gerçek sohbetlerin yerlerini alıyor, gerçekliği meçhul insanlarla kurulan dost sohbetleri. Hayatınızı paylaştıklarınızın size olan ihtiyaçlarının önüne geçiyor usul usul. Çocuğunuzun doğum gününü unuttuğunuzda “bunca senedir hatırladım da ne oldu” cümlesiyle sahte bir sitem ve haksız bir savunma cümlesine yerini bırakıyor. Yüzünü görmeden konuştuğunuz insanların yükselen burçlarına kadar vakıf olduğunuz halde. Gülümseyen yüzünüz, sorumluluğunuzda olmayan insanların belki doğru belki yalan sorunları yüzünden kayboluyor. Kendi sorunlarınızı çözme şekliniz, sorumluluklarını yerine getirmeme şeklinde ya da eşinizin dostunuzun üzerine yüklemekle çözülür hale geliyor.

Günün doğması beklenmiyor artık, ışığı sabaha kadar yanan evlerin birçoğundaki sahibleri tarafından. Tersine “gün doğmasa ve sohbet uzadıkça uzasa”nın derdindeler her nedense. Uykularından vazgeçme bahasına “özlemek” fiili “unutmak” fiiline teslim ediliyor. Bu yüzden hatıraları birikmiyor insanların. Doymaktan öte, kolaylıkla buluşulan bu yolla “bezmek” fiilini yaşatıyor insana çarçabuk. Zaman en hızlı değişim gösterdiği dönemlerini yaşıyor. Her yeni günde yeni bir icat çıkıyor karşımıza. Bir zamanlar, cep telefonunu aklımın ucundan geçirmediğim bir çocukluğu yaşamıştım. Oysa şimdi her nerede olursam olayım telefonumda yüklü bulunan kontör miktarınca, merakımı giderme sesini duymak istediklerimin sesleriyle buluşabilme imkanım var. Evinde ziyarete gerek yok bile. Çok göresin geldiyse bir internet kafe’ye gidiyorsun kamerayı açıp kesik kesik ve donuk bir ifadeyi seyredip birkaç dakikada hasretini gideriveriyorsun.

Çocukluğumun yayla gecelerinde rahmete kavuşan sevgili arkadaşım Göksel’le yaptığımız sohbetlerin tadı var hala gönlümde. Işık için de ısınmak için de aynı yöntemi kullanırdık. Dağın soğuğunda geceden sabaha çatılan odunları tutuşturmak ve arada ateşe yeni odun koymaktan başkasına ihtiyacımız olmazdı. Çıtırtısı hem şarkımız olur hem yalnızlığımızı unuttururdu bize. Anlattığımız korku filmleri ilk korkanla kazanılan cesaret madalyaları, komik hikâyeler ve gülüşmeler. Yanan ateşin yüzlerimizdeki parlayışları ve sönüşleri alacakaranlık görüşlerimiz. Aşkı bile çıra gibi yanan ateşlere benzettiğimiz o ilk gençlik hatıralarımız.

Şimdi tüm bunların uzağındayız artık. Her gün yenisiyle karşılaştığımız buluşların sonuncusu bizden gelmiş, sevindim. Artık Thomas Edison’un ürettiği o ampuller de tarihe gömülüyormuş. 23 yıllık ömrü olduğu söylenen LED (Light Emitting diyote, Işık yayan Diyot) teknolojisi kurulacakmış saltanat köşküne. Benim gibi biraz da eskimiş modellerin biraz içlerinin burkulacağını düşünüyorum. Zira eskiye merakımızdır bize böyle durup durup hatıralarımızı yazdıran. Devrin değiştiğini söyleyebilsek de kabullenmek zor gelir yinede ve illede. El fenerini ilk elimize aldığımızda duyduğumuz heyecanı hatırlamayı bırakamadık bizler.

Hayat bu kadar kolaylaşırken kendimize bile zaman ayıramadığımız, sabahlara kadar uyumayıp aradaki kaybı kapatma derdiyle daha büyük kayıplara sebep olmayı bırakmamızın zamanı çoktan geldi belki de.

Fikirlerimiz… Sabit fikirlerimiz demek mi gerekiyor yoksa… Dünya değişiyor hızla. Çocuklarımız… Her biri birbirinden kıymetli varlıklar. Dinlemeye en yakınlarımızdan başlamamız lazım. İşitme sorunlarımız başlamadan ya da kalpleri daha fazla kırılmadan.

Dün bir toplantıdaydım, kıymet verdiğim bir şairin “Tartışmak kelimesi kavga anlamında algılanıyor artık” sözlerinde olduğu gibi. Herkes sabit fikirlerini dayatmaktan ilk kendini kurtarmalı. Edebiyatını yapmaktansa yaşamanın tadını çıkartmak lazım artık hayatın. Tartışmadan, kırmadan, öldürmeden yaşayabilmenin de mümkün olabileceğini kabul etmek lazım.

Tetik düştüğünde ölende, öldürende çoktan ölmüştür aslında. Geride kalanların ölenci, öldürenci olup yeni ölümlere davetiye çıkarmaları sabit fikirlilik değilse nedir. Aklıselimin ve asgari müştereklerde buluşmanın bir yolu bir yordamını mutlaka bulmalıyız. Madem hümanist fikirlerimizden bahsediyoruz konuşmalarımızda ve madem daha iyi bir hayat için sivil toplum örgütleri kuruluyor o halde tüm fikirleri, kendi tutucu zihniyetimizi emekliye ayırarak ve kişilerin özgürlük ve düşüncelerine saygı göstererek bir defa daha dinlemekte fayda görüyorum.

Tabuları yıkmak için çıkılan idealist yollarımızda uydurduğumuz yeni tabuların tutsaklığına girmeden, parayı bulup kölesi olan toplumların düştükleri hataları tekrarlamadan yaşayacağımız güzel günlerin gelmesi dualarımla.

LED teknolojisiyle de göremeyeceksek gerçekleri yağlı kandil bulup tüm icadları protesto etmekten başka bir çarem kalmayacak yazık ki.


*Edison’ın keşfi olan ampuller ısıyı ışığa dönüştürüyordu. Türk imzası taşıyan buluş ise üretilen nanokristalli ledler ile elektrik enerjisini direkt ışığa çeviriyor. LED (Light Emitting Diode, Işık yayan Diyot)

18 Ekim 2007 Perşembe

ANLADIKLARIM .II.

İNSANA DAİR

Anladım ki insan bir girdapmış.

Çözdükçe çoğalan düğümlerle dolu bir boğaz. Yutkunma sorunlarımızın yegâne temeli.

Vehimlerimizde yakalandığımız yalnızlıklarımız. Kurulu düzenlerimiz, alışkanlıklarımız… Başlangıçtaki mutlulukların zamanla ızdıraplara dönüşmesi. Dönüşen ızdıraplara alışmalarımız. Çıkan hiçbir alternatifi değerlendiremeyecek kadar zincirlerimize bağlanışlarımız.

Kimseden bir şey beklemedik. Hayat hep yarı yarıya üleşilendi bizim için. Hatta zaman zaman riske girip yarıdan fazlasını da göze alabildik.

Başkalarının beklediği hamleleri gördük. Gardımızı düşürmeyişimize sebep budur. Hiç satranç öğretenimiz olmadı ki. Biz yukarı mahalle çocuklarının tuzaklarında açtık gözlerimizi hayata. “önümüze gelene bir tekme…” diyenler gördük. Mazlumları kurtarmanın adına, tekmeyi vuracaklarken çelmeyle düşürdüklerimiz. Sopa yemeyi göze alan masum çocuk bakışlarımız.

Önce ayakta kalmayı öğrettiler. Edebi ve zerafeti sırasıyla öğrendik. Bildiklerimizi kendimize maletmedik ille de. Öğreten vardı, öğrenmeden geçip gidecek kadar aklımızı zayi etmedik.

Sükût ikrardan mıydı?

Susmasında, sebepler saklayanlardandık. Gizleri, hayatta bıraktığı izleri. Umutlarını her kaybedişinde tek başına çekmeye mecbur olduğu çileleri.

Her gönülde bir ışık bulduk. İncitilme riski hep bizimdi. İncitmemek tek esas. Sevmeleri kendiliğinden, nefretleri için yardımcı oluşlarımız ikramımız. Kastımız vardı. Kastımızın dışına çıkmadan yaşadık. İş ki hane halkı mutlu olsun. Kendimizi karalama kampanyalarımızla ünlendik benliğimizde. Zahirde başımız dimdikti. Hediye ettiğimiz mutluluklar sebebiyle içimizde bükük kaldı boynumuz. Varsın öyle olsundu. Gönüller şendi ya nasılsa.

Girdaptı insanlığımız. Beklenmedik zamanlarda can verdik, beklemeden.

Kötü değildik bilirlerdi. Erişilmez olmamızı kötülüğümüzden diye yorumlayanlara rast geldik.

Muhatap olmak...
Hep muhatap olunandık. Muhataplarımızı gizlemek bize kaldı.

İnsanlığımızda gördük ki, insan olmak bir girdap olmaktan daha farklı değildi. Anladık ki çözülme başlayınca kaçışlarımız başlıyor. Anladık ki zapt edilmemesi gereken, istilaya en açık yegâne kale; insan.

Öyle ya da böyle kalemi çekmedik hiç yazdıklarımızdan. Sözümüzü sakınmadık sonunda üzülüp kırılacağımızı bilsek bile. Patrona “başka bir arzunuz var mı” diye diklenen de, ana-babamıza gerektiğinde yumruğumuzu masaya vuranda bizdik. Böyle bildik, böyle öğrettiler. “normal” olamayacak kadar “anormal” olamadık anlaşılan.

Anladık ki gölgesi olmayan insanlardan olmuşuz. Zararsız, korunmasız.

Anladım ki, kişi kendinden biliyordu işi...27.07.2007, ANKARA

ANLADIKLARIM


ANLAMALARA DAİR

Anladım ki herkes anlamak istediğini anlıyor.

Anladım ki bazı insanlar işitilmesinden hoşlanılan şekilde konuşuyor.

Anladım ki bazı insanlar başkaları için ille de kendinden vazgeçiyor.

Anladım ki bazıları hep anlamazlıktan geliyor.

Anladım ki bazıları, solduracaklarını bilseler de evlerine gül alırlar. Gül sevdiklerinden değildir.

Artık biliyorum ki gönülden istenen her şey gerçek olacaktır bir gün.

İnsanlar gördüm her şeyi açıkça konuşan. Gizsiz saklısız. Buna rağmen söylemek istedikleri şeyleri başkalarının aklı karışmasın diyerek saklayan. Yahut “hayra” sayıp yalan söyleyerek gizleyen. Kopma noktaları buralardı hep onların. Hayata dair küskünlükleri buralarda başladı her zaman. Bu yüzden içlerinde yaşadıklarına yeni isimler buldular. Hakikat denilenden saklanabileceklerdi kendi adlarına. Aşk denilen muhabbet olur böyle gönüllerde, acı çektiklerinde imtihan olur onlardaki ismi vs.

İnsanlar gördüm her şeyi konuşan ama hiç de dinlemeye talip olmayan. Sadece onların istekleri vardı. Dahası, öncesi, sonrası yoktu. Kimi zaman hırçın haller, kimi zaman ağlayışlar, kimi zaman mecbur edişler ve çok zaman “sensiz bir hiçim şarkısı”nı terennüm eden…Karşılarındaki insanları oyalayan ama onun yerine koyabilecekleri birini bulduğunda bir an bile gözünü kırpmadan yola çıkan, verdiği sözlerin önemi olmayan insanlar.

İnsanlar gördüm hiç konuşmayan. Konuşmuş gibi yapıp aslında hep susan. Büyüklüğüne alışılmış. Olgunluk beklenen, susmak zorunda bırakılan. Söz dinleyen, arayı bulan, husumeti gideren…Barış gücü kuvvetleri gibi görünüp içinde ki savaşlarda tek başına kalan…

İnsanlar gördüm acıları vardı. Kendini anlatamamaktan, anlaşılmamaktan yana sıkıntıları olan.

Ama anladım ki, hiçbir şey gizlenmeye değmezmiş. Bir yalnızlık türküsü tutturmuşsa insanın gönlü, alıp başını bir kulübeye yerleşmek gerekirmiş.

Seccade olmaya razı ne dokumalar var incecik ipek gibi, el emeği göz nuru.

Üstelik bir seccadelik bir yere sığacak bir insan için dünyada da bir seccadeden başka ne gerekir ki.

Gönlün doygunluğu ve tokluğu bile bir zenginlikmiş meğer…
Anladım ki söyleyecek sözü olmalıymış insan dediğinin. Aklı başında bir iki cümle kalmalıymış insandan geriye. Söylenecek hiçbir sözün sahibi sanmadan kendini hayatın bir anlamı olduğunu anlamak bir erdemmiş. Yaşanan söylenen her şeyden O’nun haberdar olduğunu bilmeliymiş insan ve O’ndandır diyebilmeliymiş…

5 Ekim 2007 Cuma

MADEM Kİ...

Madem gün batımıydın benim için
Ve solmak sana değil bana yazgıydı
Hayatın susuz kalan her çöl gecesinde
Parmak ucumdan iliklerime
Bir akrep zehri karışmalıydı

Mademki gün batımının zifirine batırdın
Divit yerine kader kalemimin kesik ucunu
Kesmişsen olup biten bütün hesabı
Dürmüşsen hepi topu üç beş sayfayı
Solmuşsa ellerinle yaktığın saçımın kınası
Ala boyanmalı…
ala boyanmalı yazgım dediğim al yazmam

Zehrin sancıları sarmalı kızıllıklar eridiğinde
Kararınca gökler gözlerimi yummalısın ellerinle
Susmalı hayat bu taraflarda taraf olmadan
Kusmalısın içinde biriken tüm kini
Saklamadan
Kana bulanmalı ellerin gönlümde

Madem ki pire kıymetli yorganın yanında
Yanmalı gece…
yanmalı ve yakmalı yanacak ne varsa
Hayat… yanmalı penceremde bir gurup vaktinde
Tutuşmak ne demekmiş bilmeli yangın görmemiş taze
Ellerim sensiz o ilk gecenin kimsesizliğinde
iki yanıma düşmeli…