26 Aralık 2007 Çarşamba

SAHİPLİ DÜŞLER

Diyen dedikten sonra bir defa daha söylemenin bir zararı yoktur nasılsa. Arayan buluyor gerçekten belasını da Mevlasını da. Yeter ki bulunmak istensin.

Bulduğumun resmidir bu satırlar. Buldum yitiklerimin başlangıcını. Nöbet tutan bir kederle bekliyormuş meğerse bulmamı. Melez tenini güneş ve zaman incitmemiş hiç. Her şeyi olmuş, zaman denilen yalanın sayfalarında. Bir kedisi olmamış ama hiç. Bir küçük kedi sarılmamış ve sürtünmemiş paçalarına. Yalvarmamış sev beni diye. Geçen yılların içinde bir yer bulamamış beyaz tüylerine. Sokak kapısının arkasında unutulmuş yıllar yılı. Sesi çıkmamış. Ağladığı duyulmamış.

Soğuk bir apartmanın merdivenlerinin arkasında bulunmayı ummuş yıllarca. Sahibini görmüş hep rüyalarında. Kâbuslarını kovmuş onsuz gecelerce. “Hayır yaşıyor!” diye diretmiş “gelecek bir gün biliyorum, alacak evinin içerisine!”. Kim istese sevdirmiş kendini esirgemeden ama içindeki acıyı dindirememiş. Yabancı kollarda hakikat olan el sevdalarına bile dayanamamış. Bulursa doyduğu, bulmazsa doymayı uydurduğu bir hayatı yakalamış kendi kuyruğunda.

Arada bir sokağa çıkmış. Bakınmış sağa sola bir ümitle. Görür müyüm görünür müyüm diyerek. Ne gören olmuş ne görünebilmiş. Güneş gözlerini almış, fersiz kalmış. Bir masal yazmış tüylerince uzun uzadıya. Başka kedilerle dalaşmadan ama arkadaş ta olamadan. Yürümüş sokaklarca. Minare tozlarını koklamış gölgelerinde. Gözüne gölgeler düşünce, başı göklere yükselmiş. Gördüğü ince uzun beyaz şahadet gibi duran minareleri şahit tutmuş tek başına gezdirdiği yalnızlığına. Korkmuş bulutlara bıçak gibi saplanacak minarelerden. Ya bu kadar uzaksa varlığın diye ve ya bu kadar uzunsa bulunduğun dünyaya uzanan yol. Ağaç olsan tırmanır çıkılırsın. Rüzgâr olsan tövbeyle sığınırım. Şimşek olsan… Allah kerim.

Yılları uçurtma kuyruklarına eklemiş yeni yetme çocuklar. Ne kadar uzun olursa o kadar güzel uçacağına inançla. Yorulmuş üstü açılmadık günahta. Soyunmuş varlığından, dönüp geldiği merdiven aralığında yummuş feri sönen gözlerini ve uyumuş derin bir uykuya.

Ummuş geleceğini ama. Söylenen tüm yalanlara inanması bundanmış. Ümit etmekten başka payına kalan olmamış. Anlamış dalarken rüyaya. Hayat denilen heyula aramakla yorarmış. Bulan bulduğunu indirirken kucağından, kıymet ve değerini bilemeden, bulamayanı kuyruğunu yakalamaya çalışan kediler gibi dolanır, ağlarmış. Son bir rüya dilemiş Mevla’sından sahibini göstersin diye. Bir düşün içinde saklamış sıcaklığını ve derin bir uykuya bırakmış kendini.

Bulduklarında tiksinerek bakmışlar çıplak uyuya kalan kediye. Bir kürek ucuyla kazımışlar olduğu yerden bir poşete koymuşlar iğrenerek. Bir zamanlar yaşadığının önemi olmamış. Bir kadın söylene söylene yıkamış en keskin deterjanlarla kedinin sahipli düşlerini dökülen yerlerden. Nefret etmiş buradan başka bir yer bulamadın mı diye dırdırlanmış. Küçük bir çocuk elleri dudaklarında, tırnaklarını ısırmış. İki damla yaş bulmuş kalbinde gizliden. Annesinden habersiz acımış bir rüyanın kazınışına. Kedinin gözünde donup kalan gözyaşı, bir çocuğun gözlerinden tazecik kalbine, ömrünce kurtulamayacağı bir keder olup akmış.

24 Aralık 2007 Pazartesi

SOBE ZERRİN PAPATYAM SOBE KİHKİHKİH ::::)))))))))))

BANA DAİR (II)

Hayatı karıştırmamak lazım. Yeterince karışıkken zaten genç fırtınaların elleri ağızları bağlanmışken, bir saatten sonra yeniden üflememeli tabiatın meleği rüzgârlarını. Yorgun zamanların yorgun ve yaşlı çocuklarıyız biz. Uzun yollarımız oldu. Uzun yalnızlıklarımızı doladık boynumuza. Kışları eldivensiz geçirdiğimiz ellerimizi ısıtmak için yanımızdaki sevgilinin ellerini tuttuğumuz zamanlarımız vardı. Kızamığın hala popüler olduğu zamanların çocuklarıydık ama geçti. Atlattık. Çiçek aşılarımız oldu kocaman güller gibi kollarımızda açan. Tenlerimiz siyahtı bizim. Kaybettiklerimizin meleziydik. Nedense iyi durmadı aşka saran sarmaşıklar üzerimizde. Vatan nidaları atarlardı büyüklerimiz. Gurur denilen bir şey vardı. Dönüp giderken geriye dönüp bakmamak vardı. İçinde biriken acıları içinde saklamak en iyi hasletti. İyi kötü bir yol tutturmaktı esas. Gizlice dinlediğimiz aleni isyankâr şarkılar çalınırdı kulaklarımıza. Yollar yürümekle bitmez derlerdi. Daha da kızardık daha da susardık. Acılarımıza bile gülebilen bir nesildik. Olmaz olasıca bir nesildik. Apolitik dedi kimi yeni yetmeler. Yaşadıklarımızı biliyorlardı. Onlar kadar özgür olabilseydik ve onlar kadar serbest bırakılsaydık ilk sivil ihtilali kendimizde yapardık. Unuttukları tek şey her şeye rağmen bu kadar dayanıklı olmasaydık bugün bu kadar imkânlarının olamayacağıydı. Yeterince değerlendiremedikleri ortada yinede.

Hayat bu kadar zor değildi hep bildim bunu. Bu hale getiren bizden başkası değildi. Berbat etmeyi istedikten sonra berbat olabilmesi çok kolaydı. Üzerine gitmek gerekmedi hiç. Sadece durarak bile yaşayabiliyorken insan, ille de deşelenmek istiyor nefsi. Sona giden bir yolun başından beri biliyorsun ki bu bir yol. İster yürü ister seyret. O son seni mutlaka bulacak bir gün bir şehrin ara sokaklarında. Üzerinde ister güneş parlasın ister ayın şavkı vursun gözlerine. Yakamozları görecek gözünün olmaması bir yana gönlün olmadıktan sonra sandal sefalarına ne lüzum o saatten sonra.

Bu gün bir kâbus olmalı diyorum yalnızca. Sanki bir anda eskiyecek genç bedenime sıkışmış yaşlı ruhum. Saçlarıma bir anda zemheri vuracak ve bir anda güneş kavuracak yüzümdeki topraklarımı. Feri sönecek ışıldayan gözlerimin. Yollar… Ne çok ayrılıklar ne çok sapaklar ne çok tali yollar doğurdu öyle.

Bir kızım olsun istemiştim hep sözüm vardı kendime. Oğlumdan sonra olsun diye duam vardı. Ece koyacaktım ismini güya. Ömrüm koymalıymışım belki de. Hani şu insanların resmiyetlerine indirilen en güzel darbe de bu olurdu belki de. Hep söylediğim gibi ismiyle hitap edemeyişime en güzel tepkim olurdu. Seslenen her kesin ömrü olurdu böylece. Sevgiyi zorla duymanın en güzel yolu olurdu. Söylemeye çekinen korkakların işlerini kolaylaştırmış olurdum böylece. Seni seviyorum diyemeyip herkese ayrılığı kefen edip yaşarken üzerlerine giydirenlere iyi bir ses iyi bir sesleniş olurdu bu isim.

Hâsılı tükenmesi gereken bir kap çorba gibiydi hayat. Tamda hastalandığında kaynatılıverilen. Ne bileyim işte öyle bir şeydi sırrı falan yoktu. Tercihlerin vardı. İhtimallerin… Öylece kurulan düzenler vardı. Her birinde figürandın sadece. Ne olursan ol değişmeyen rollerini giyerdin üzerine. Bir tek kendi hayatının kahramanıydın. Kahramanlığını senden başka kimse bilmiyordu. Tüm kâinat senin için yaratılmıştı. Ama sen bir şey istememenin suçlusuydun. Beklentisizliklerin hayatı ummadığın bir şekilde sermiyordu işte önüne. Söylemek gerekiyordu ille de. Söylemediklerini başkalarının hayrına sustuğunda ne ona ne de sana bir hayır getirmiyordu. İstenmeyen yemeğin hasta etmesi gibiydi. Israr gerekiyordu. İstediğini söylemeliydin. Söyleyip kötü bir şey duyma kaygılarının önüne geçmeliydin. “Ne olursa olsun”u göze alabilmeliydik. Korkak değildik ama fazlaca merhametliydik. Merhametimizin ceremesini çektik denizlerden. Çok ürün verdi bize. Onları çekerken yorulduk ya zaten. Ellerimizin kollarımızın bu kadar kuvvetli olmasına sebep buydu ya belki de. Belki de bundan dı vakit bulup da kendimize ağlayamayışımız. Gözlerimizi bizden başka silecek kimsemiz yoktu zira.

Mahvımıza sebep yine de bizdik yani. Sorumlusu diye başkalarının üzerine suç atamadık bu sebeple. Kendi kendimizi mahvetmeye muktedir ince bir zekâmız ve korkutucu bir gücümüz vardı. Çok başarılı olduk hayatta. Hiçbir şeyi doğru düzgün başaramamak en büyük başarımızdı. Kalemleri açıp duruşumuz, kâğıtları hezeyanlarımıza bulayışımız bundandı. Yol çok uzun geldi bize. Belki bu genelleme bile çok fazla olur bu dakikada.

Evet… Yol çok uzun geldi bana. Kırıklarımı çıkıklarımı, kuyruğu kopan uçurtmalarımı ve yağmura gebe bulutlarımı topluyorum şimdi. Yanan kanatlarım, tükenen zamanlarımı alıyorum yanıma. Sustuğum o şehre gidiyorum için için. Madem yollarımın önünde dağlar duruyor ve madem ben gidemiyorum sustuğum o şehre o halde şehr-i huzur doldursun içimi.

Yalnızlığım en sevdiğim sevgilim. Sus ve yanımdan sakın ayrılma. Üşüdükçe üşüsem de ısıtma vazgeçtim. Vazgeçtim gönlümden.

8 Aralık 2007 Cumartesi

BEKLERKEN (BANA ÖZEL)

Bembeyaz bir düş kuruyorum bu günlerde kendime. Bembeyaz badanalı ve duvarlarında mobilyaya ihtiyaç bırakmayan sergeni olan bir köy evinin kapısından içeri giriyorum. Bir başına beni beklemiş bunca zamandır yalnızlık bu evde. Bunca zamandır delice sevdiğim hiç kimseye inanmamış benim aksime, vefasını büyütmüş içimde.

Sevdiğim o kadar çok dostum vardı ki. Hiç biri onları sevdiğim kadar sevememiş beni. Gönülsüzlüğü öğrenmem uzun zamanımı alsa da hiç kimseye en küçük bir kırgınlık besleyemediğim doğru. Bildiğim bir tek şey var. Her insan gönlü elverdiğince sevebiliyor karşısındakini. Eminim artık gönüllerinin yettiğinin en fazlasını bana verdiklerine. İçimde biriken sevginin bu kadar çok olması benim hatam değil. Olsa olsa Mevla’mın bana bir lütfudur bu. Çok sevmemi istedi, ben sadece bana buyurulan emre itaat ettim.

Bir zamanlar beni anlamasını yeterli bulacağım bir kör kuyu arardım kendime. “Sadece yazsam, o bana tek bir cevap göndermese bile” diye düşünerek. Uzun yıllar boyunca çok aradım o dipsiz kuyuyu. Yoktu. Aslında vardı ama ben hep başka yerlerde aramıştım. İçimdeydi aslında. İçimde bana hep seslenen “seni seviyorum” diye riyasız ama canı gönülden bağıran o kuyu bizzat bendim. Şimdi bakıyorum da hem bana hem de başkalarına gani gani yetiyor içimdeki kör kuyu. Nereden anladıklarını hiç bilmiyorum ama kuyu arayan her yetim bir yolunu bulup başucuma gelip saçlarından dökülen aklarını bırakıyor sularıma. Hepsini gül yapraklarımın arasında kurutuyorum, güneşlere çıkarıp turaba dikiyorum. Öperek büyütüyorum, incinmeden ve incitmeden büyüyorlar. Huzuru mahşerime, aşktan vazgeçmeyecek ümitler büyütüyorum. Canlarına dualar okuyorum içimde, dışımda. Vazgeçmeyin diyorum, belki bir adımlık yollarında belkide fersah fersah uzaklarında. Kim bilir belki de yanımdan geçiyorlar bilmeden kim olduğumu. Gülümseyen yüzümü görüp bir yerden çıkaramayarak, iniyorlar belki de birlikte bindiğimiz otobüsten.

Görünen her zaman gördüğümüz şey olmuyor. Arkasında gizli manalara ulaşılamıyor çok zaman.

Hiçbir şey daha kıymetli değil hiç birinin zarif gönlünden. Canımın acısı, sesimin çatlaması, kalbimin küsmesi…

Yazdığım şiirlerin hiç birine keder damlası bırakmadım ki aslında ben ve hiçbir şiirimi gülmeyen bir sesle okumadım bittiğinde. Dünyam hiç gri değildi yıllardır. İstediği kadar kararsın banane, dedim hep. Gökyüzünü seyrettiğim penceremin bir ucundan azıcık söktüm gri rengini yahut tırnak ucumla kazıyıp bir nebzecik güneş çaldım arkasından. Derin derin içime çektiğim her bir yaz ve hep bir bahardı. Uçsuz bucaksız aşklar bulup sakladım en olmadık viranelerden. Güllere talib olanlar çoktu, papatyaları sevdim ben. En çok ama en çok da nergis’imi. Evet nergis… Hiçbir çiçek onun yerini doldurmadı bende. Bir yaz boyu nergis zamanını bekledim durmadan. Gülüyorum şimdi. Neden mi? Bu kadar çok seviyorken hiç kendime nergis almadım da ondan. Yani elinde nergis gördüğünüz o kadın olamam, mümkün değil. Ama bu mevsimde yolundan yürümeyi en sevdiğim sokak, çiçekçilerin olduğu sokak ne yalan söyleyeyim. Merdivenlerden inerken buram buram geliyor ya nergislerin kokuları. Ohhh diyorum hayat bu değilse nedir ki? Ya mutluluk bundan daha çok nerede yaşanabilir? Bu kadarcık bişey bile mutluluğa yettikten sonra hangi mısraya hançer soğukluğu ilişebilir? Hangi şiir gülümsemeden okuna bilir?

Aslında bu dünyayı bu hale getiren de benim ellerimdi. Hiçbir zaman kontrolü elden bırakmayarak ve her zaman bir hüsnü zannı önüme koyarak yaşadım. Hiçbir zaman kavgayı sevmedim, biraz yüksek ses bile korkuttu beni. Gülen bir oğul dünyaya getirdim. Kaç bebek doğduğunda ağlamak yerine gülmeyi tercih eder ki. Şimdi boyumu geçen boyuyla gurur duyuyor bense karakalem resimlerine aşığım.
Evet, bir gelincik tarlasıyla bir peygamber çiçeği tarlasının birleşme çizgisindeki tek başına kalmış bir dal çiçeğin yalnızlığıydı benimki. Şu var ki, sahiden inanmıştım bütün çiçeklerin birbirleriyle yaşayabileceklerine.

İnsanlar tanıdım yüzlerce. Kötü niyetli olduklarını aşikâr etmedikleri müddetçe ayırt etmedim hiçbir sebeple ve sevdim hepsini de. Ama benim kadar yürekli olmayanları da gördüm. Yüzüme söylemediklerini arkamdan işittim. Çok zaman sevdiklerimden onlar yüzünden vazgeçtim. Tek surat asıklığı yetti geri dönüşüme. En çok da “insanın en kolay kendinden vazgeçtiği” ne inandım. Sebepsiz değildi. Bu yüzden çok kolay vazgeçen biriydim çoğu zaman. Sevdiklerimin hoşnutluğu beni benden vazgeçiren tek sebepti.

Uzun zamandır olmayan beyaz badanalı bir evin bembeyaz örtülü odasındayım. Penceresinden dünyanın en güzel güneşi doluyor odama. Beyaz patiskadan daha fazlasına meraklı olmadığımdan beyaz entarim şimdi çeyizlik patiskam üzerimde, gelinliğime saydığım. Her şey görmek istediğim gibi bembeyaz. İstediğiniz kadar hayalbaz deyin bana, uçtuğuma hükmedin. Size bir sır vereyim mi; gördüğüm dünyanın tamamı benim için kuruldu sadece ve ben görmek istediğim gibi görme hakkımı kullanıyorum. Hayat gördüğümüzden çok daha güzel. İlkokul arkadaşımın anı defterime yazdığı tavsiyeyi tuttuğuma seviniyorum. Hayattaysan sevgili Kenan, bin yaşa kardeşim. Dediğini tuttum inan, mutluluğu hep ayaklarımın dibindeki papatyalarda buldum. Üzerlerine basıp geçmedim hiç, kıyamadım hiç birine. Üzerlerinde uyudum mutlulukların onlarla ısındım. Hayat senin söylediğin kadar kolaydı gerçekten. Gülümseyişim, hiç kimseye çaldırmadım yüzümden. Çok ağladım gizli saklı uzun yıllarca. Şimdi bir o kadar mutluyum inan ki. Tüm dünyanın yetimlerini öksüzlerini toplayıp mutlu etmek için yetecek gücüm mutluluğum var emin ol.

Bir kağıt bir kalem alıyorum elime. Sadece içimde bunca biriktirdiğim yıllarımı, yollarımı anlatıyorum bugünlerde. Bir bahar vardı herkese dair içimde. Size kötü gelen beklemelerde bile benim için bir anzer balı lezzeti vardı. Bundandı bu kadar zevkle yazdığım bütün mısralarımın ve satırlarımın kana tene bürünmesi. Bundan dı içindeki deli oğul balının birazda dilinizi burkması.

(Hayatında bir düzeltmesi olmadığı gibi düzeltmesi olmayan bir yazı. Devamı elbette var)

25 Kasım 2007 Pazar

24 Kasım 2007 Cumartesi

DOST


Boyası dökülmüş bir mezbelelik bu sözler
Bir saatten sonra acısı çıkan zehir tereyağ
Şifacı otursun beklesin başını kütük üstü
Sonu görülmeyecek bir rüya yaksın göğünü
Bir nefeslik hayat misali bir candır taşıdığın
Tek sıkımlık tetik gibi elinde hayata insafın
Bahara erdirmez zemheriye vurgun gününü
Otağ bozdurur yemin bozan kırık dillerini
Söz susar sanma, sür git zaman günü değil bu gün
Bir el tutar bu saatten sonra üşüyen ellerimi

Kim olsa, gam olmaz ki yeter ki kıymet bilsin
Öylede hoş gelir böylesi de hoş tutar sevgimi
Surat ederse hayat dediğin kavanoz dipli
Unutma sıcak suya batırıp çıkartacaksın
Kapak elinde kalacak belki düşürüp kıracaksın
Tasa uğratma yine de bu bahara har vurmaz
Yolun bu yana uğrasa da yolum yoluna uğramaz

Sus ki molladan saysınlar bu vakit dar vakit
Çek kalemi bir taze gelinin gözlerine sürmele
Ellerinle bir yaşmağı ser önüne ‘ben’ niyetine
Ezdirmedim kimseye, kendime de ezdirmeyeyim diye…

Sıksan canı ceremesi yok ki neylim kan çıkmaz
Kana kansa amelin bu kumaştan sana dost olmaz…

KOCA CEVİZ




Büyüttüğüm bir çığlık hıçkırığa çevirdi günü
Dün ne idiysem bugün de aynı servetin tek varisiyim
Hüzün sultanlığının beli bükük tekçe odunu
Her tercih yapılacağında sona saklanan
Acısını gizleyebildiği için hep cezaya kalan
Tek ayak üstü, koca ceviz


Toprağının dibini eşeleyenler sanki melek
Hepi topu bir kaç kök, gömü bulacaklar mübarek
Birde dallarını öpmeye niyetli sisine yere veren gök
Kahpe yalanların yalağı olma koca gövdenle
Yol ver gitsin kurda kuşa, girsinler sağlam bedenine
Be hey koca ceviz başını eğme

Bir gelin ümidini kessin senden kulplu sandıkta
Bir yetim boynunu büksün aynası kırılmış beşikte
Bir yolcu da yatmayı versin geniş geniş gölgende
Verme bilenmiş çeliğe yalak olacaksa naşın
Varsın Zülfikar yansın yanağından öpmeye
Koca cevizim sen başını düşürme
Bırak yaprağını sal kederi döşüme
İnceldiği yerden kopacak bir sicim değil mi
Gelin teli dediğin duvağından beline
İnmedikçe yarmıdır beline dolanacağın yar
İmrendiğin kadar yüksekte midir bu yar

Düşüne sakla yine ve yeniden üç noktalı harları
Yanmak kanmaksa madem ki bir ay aşığına
Yan ki yanmayı görsün kâinat denilenin yıldızları
Bozulsun büyü denen lanet, bir baykuş çığlığında
Rüzgârını ele vursan da dallarını yere verme
Feda ol yangınında Anka gibi dünya denen illetliye…

Yan ki yanmanın harı aşkının üzerine sinsin
İlletli bir dünya cisminde silinsin…

21 Ekim 2007 Pazar

TEKNOLOJİ ÇAĞINDA DAYATMALAR



Gecenin karanlığı… Hep böyle mi başlar hikâyeler. Neden… Özel bir sebebi yok aslında. Sadece yalnızlık zamanlarında daha kolay kurulur bazen, kendine kurduğun cümleler. Kimsenin sesinin çıkmadığı bu zamanlarda konuşur insanlar yalnızlıklarıyla baş başa kalıp. Bundandır belki de kalem erbabının gecelere müştak oluşu.

Şehir uykuya dalalı çok olmuş. Dışarıya çıkıp saymak geçiyor içimden ışığı hala yanan evleri. Yalnızlık karanlığa tahammülü kırıyor bir yerde. Direncini kaybediyor insan nedense ay zamanları. Sıra sıra dizilmiş apartmanlar kat kat üst üste duruşlarıyla bir öğrenci yurdunun ranzalarını hatırlatıyor bana. Birçokları çoktan gözlerini yummuşken, karanlıkla başa çıkamayanlar gün taklidi ışıklarının altında gecenin saatlerini güne erdirmenin sıkıntısını yaşıyorlar. Kim bilir nasıl hayatlar yaşanıyor ilerlemiş saatlerde bu evlerde. Acil bir hastalık yahut çaresizlik olmasın diye dua geçiriyorum içimden. Yalnızlık ne kadar şikâyetçi olsak da sağız sağlıklıyız ya dediğimiz türden katlanılabilecek bir sıkıntı çoğu zaman. Ne de olsa artık tv yayınları sabaha kadar. Öyle ya kitap okumaya meraklı olmadığımızı dünya âlem biliyor. Şimdilerde bir de internet var öyle değil mi? Uzak mesafeleri yakın kılan, misafirlerimizin yüzünü görmediğimiz, saatler süren misafirliklerimiz.

Kabul etmek lazım verimli geçirebilenlerimiz olduğu kadar, sadece günlük telaşelerin konuşulduğu verimsiz sohbetlerde ediyoruz zaman zaman. Oysa okuma imkanımız olmayan bir çok yayına ulaşabileceğimiz özel bir teknolojiyi koymuşuz karşımıza ve iyi değerlendirmek tamamen kendi elimizde. Yüzünü görmeden sohbet edilen, akıl verilen onca insana rağmen ve tanışılmadan sahiplenilen onca “DOST!”a karşın usul usul kesiliyor hane içerisi sohbetlerimiz. Ardından bir tahammülsüzlük. Birçok sebeple kesilen gerçek sohbetlerin yerlerini alıyor, gerçekliği meçhul insanlarla kurulan dost sohbetleri. Hayatınızı paylaştıklarınızın size olan ihtiyaçlarının önüne geçiyor usul usul. Çocuğunuzun doğum gününü unuttuğunuzda “bunca senedir hatırladım da ne oldu” cümlesiyle sahte bir sitem ve haksız bir savunma cümlesine yerini bırakıyor. Yüzünü görmeden konuştuğunuz insanların yükselen burçlarına kadar vakıf olduğunuz halde. Gülümseyen yüzünüz, sorumluluğunuzda olmayan insanların belki doğru belki yalan sorunları yüzünden kayboluyor. Kendi sorunlarınızı çözme şekliniz, sorumluluklarını yerine getirmeme şeklinde ya da eşinizin dostunuzun üzerine yüklemekle çözülür hale geliyor.

Günün doğması beklenmiyor artık, ışığı sabaha kadar yanan evlerin birçoğundaki sahibleri tarafından. Tersine “gün doğmasa ve sohbet uzadıkça uzasa”nın derdindeler her nedense. Uykularından vazgeçme bahasına “özlemek” fiili “unutmak” fiiline teslim ediliyor. Bu yüzden hatıraları birikmiyor insanların. Doymaktan öte, kolaylıkla buluşulan bu yolla “bezmek” fiilini yaşatıyor insana çarçabuk. Zaman en hızlı değişim gösterdiği dönemlerini yaşıyor. Her yeni günde yeni bir icat çıkıyor karşımıza. Bir zamanlar, cep telefonunu aklımın ucundan geçirmediğim bir çocukluğu yaşamıştım. Oysa şimdi her nerede olursam olayım telefonumda yüklü bulunan kontör miktarınca, merakımı giderme sesini duymak istediklerimin sesleriyle buluşabilme imkanım var. Evinde ziyarete gerek yok bile. Çok göresin geldiyse bir internet kafe’ye gidiyorsun kamerayı açıp kesik kesik ve donuk bir ifadeyi seyredip birkaç dakikada hasretini gideriveriyorsun.

Çocukluğumun yayla gecelerinde rahmete kavuşan sevgili arkadaşım Göksel’le yaptığımız sohbetlerin tadı var hala gönlümde. Işık için de ısınmak için de aynı yöntemi kullanırdık. Dağın soğuğunda geceden sabaha çatılan odunları tutuşturmak ve arada ateşe yeni odun koymaktan başkasına ihtiyacımız olmazdı. Çıtırtısı hem şarkımız olur hem yalnızlığımızı unuttururdu bize. Anlattığımız korku filmleri ilk korkanla kazanılan cesaret madalyaları, komik hikâyeler ve gülüşmeler. Yanan ateşin yüzlerimizdeki parlayışları ve sönüşleri alacakaranlık görüşlerimiz. Aşkı bile çıra gibi yanan ateşlere benzettiğimiz o ilk gençlik hatıralarımız.

Şimdi tüm bunların uzağındayız artık. Her gün yenisiyle karşılaştığımız buluşların sonuncusu bizden gelmiş, sevindim. Artık Thomas Edison’un ürettiği o ampuller de tarihe gömülüyormuş. 23 yıllık ömrü olduğu söylenen LED (Light Emitting diyote, Işık yayan Diyot) teknolojisi kurulacakmış saltanat köşküne. Benim gibi biraz da eskimiş modellerin biraz içlerinin burkulacağını düşünüyorum. Zira eskiye merakımızdır bize böyle durup durup hatıralarımızı yazdıran. Devrin değiştiğini söyleyebilsek de kabullenmek zor gelir yinede ve illede. El fenerini ilk elimize aldığımızda duyduğumuz heyecanı hatırlamayı bırakamadık bizler.

Hayat bu kadar kolaylaşırken kendimize bile zaman ayıramadığımız, sabahlara kadar uyumayıp aradaki kaybı kapatma derdiyle daha büyük kayıplara sebep olmayı bırakmamızın zamanı çoktan geldi belki de.

Fikirlerimiz… Sabit fikirlerimiz demek mi gerekiyor yoksa… Dünya değişiyor hızla. Çocuklarımız… Her biri birbirinden kıymetli varlıklar. Dinlemeye en yakınlarımızdan başlamamız lazım. İşitme sorunlarımız başlamadan ya da kalpleri daha fazla kırılmadan.

Dün bir toplantıdaydım, kıymet verdiğim bir şairin “Tartışmak kelimesi kavga anlamında algılanıyor artık” sözlerinde olduğu gibi. Herkes sabit fikirlerini dayatmaktan ilk kendini kurtarmalı. Edebiyatını yapmaktansa yaşamanın tadını çıkartmak lazım artık hayatın. Tartışmadan, kırmadan, öldürmeden yaşayabilmenin de mümkün olabileceğini kabul etmek lazım.

Tetik düştüğünde ölende, öldürende çoktan ölmüştür aslında. Geride kalanların ölenci, öldürenci olup yeni ölümlere davetiye çıkarmaları sabit fikirlilik değilse nedir. Aklıselimin ve asgari müştereklerde buluşmanın bir yolu bir yordamını mutlaka bulmalıyız. Madem hümanist fikirlerimizden bahsediyoruz konuşmalarımızda ve madem daha iyi bir hayat için sivil toplum örgütleri kuruluyor o halde tüm fikirleri, kendi tutucu zihniyetimizi emekliye ayırarak ve kişilerin özgürlük ve düşüncelerine saygı göstererek bir defa daha dinlemekte fayda görüyorum.

Tabuları yıkmak için çıkılan idealist yollarımızda uydurduğumuz yeni tabuların tutsaklığına girmeden, parayı bulup kölesi olan toplumların düştükleri hataları tekrarlamadan yaşayacağımız güzel günlerin gelmesi dualarımla.

LED teknolojisiyle de göremeyeceksek gerçekleri yağlı kandil bulup tüm icadları protesto etmekten başka bir çarem kalmayacak yazık ki.


*Edison’ın keşfi olan ampuller ısıyı ışığa dönüştürüyordu. Türk imzası taşıyan buluş ise üretilen nanokristalli ledler ile elektrik enerjisini direkt ışığa çeviriyor. LED (Light Emitting Diode, Işık yayan Diyot)

18 Ekim 2007 Perşembe

ANLADIKLARIM .II.

İNSANA DAİR

Anladım ki insan bir girdapmış.

Çözdükçe çoğalan düğümlerle dolu bir boğaz. Yutkunma sorunlarımızın yegâne temeli.

Vehimlerimizde yakalandığımız yalnızlıklarımız. Kurulu düzenlerimiz, alışkanlıklarımız… Başlangıçtaki mutlulukların zamanla ızdıraplara dönüşmesi. Dönüşen ızdıraplara alışmalarımız. Çıkan hiçbir alternatifi değerlendiremeyecek kadar zincirlerimize bağlanışlarımız.

Kimseden bir şey beklemedik. Hayat hep yarı yarıya üleşilendi bizim için. Hatta zaman zaman riske girip yarıdan fazlasını da göze alabildik.

Başkalarının beklediği hamleleri gördük. Gardımızı düşürmeyişimize sebep budur. Hiç satranç öğretenimiz olmadı ki. Biz yukarı mahalle çocuklarının tuzaklarında açtık gözlerimizi hayata. “önümüze gelene bir tekme…” diyenler gördük. Mazlumları kurtarmanın adına, tekmeyi vuracaklarken çelmeyle düşürdüklerimiz. Sopa yemeyi göze alan masum çocuk bakışlarımız.

Önce ayakta kalmayı öğrettiler. Edebi ve zerafeti sırasıyla öğrendik. Bildiklerimizi kendimize maletmedik ille de. Öğreten vardı, öğrenmeden geçip gidecek kadar aklımızı zayi etmedik.

Sükût ikrardan mıydı?

Susmasında, sebepler saklayanlardandık. Gizleri, hayatta bıraktığı izleri. Umutlarını her kaybedişinde tek başına çekmeye mecbur olduğu çileleri.

Her gönülde bir ışık bulduk. İncitilme riski hep bizimdi. İncitmemek tek esas. Sevmeleri kendiliğinden, nefretleri için yardımcı oluşlarımız ikramımız. Kastımız vardı. Kastımızın dışına çıkmadan yaşadık. İş ki hane halkı mutlu olsun. Kendimizi karalama kampanyalarımızla ünlendik benliğimizde. Zahirde başımız dimdikti. Hediye ettiğimiz mutluluklar sebebiyle içimizde bükük kaldı boynumuz. Varsın öyle olsundu. Gönüller şendi ya nasılsa.

Girdaptı insanlığımız. Beklenmedik zamanlarda can verdik, beklemeden.

Kötü değildik bilirlerdi. Erişilmez olmamızı kötülüğümüzden diye yorumlayanlara rast geldik.

Muhatap olmak...
Hep muhatap olunandık. Muhataplarımızı gizlemek bize kaldı.

İnsanlığımızda gördük ki, insan olmak bir girdap olmaktan daha farklı değildi. Anladık ki çözülme başlayınca kaçışlarımız başlıyor. Anladık ki zapt edilmemesi gereken, istilaya en açık yegâne kale; insan.

Öyle ya da böyle kalemi çekmedik hiç yazdıklarımızdan. Sözümüzü sakınmadık sonunda üzülüp kırılacağımızı bilsek bile. Patrona “başka bir arzunuz var mı” diye diklenen de, ana-babamıza gerektiğinde yumruğumuzu masaya vuranda bizdik. Böyle bildik, böyle öğrettiler. “normal” olamayacak kadar “anormal” olamadık anlaşılan.

Anladık ki gölgesi olmayan insanlardan olmuşuz. Zararsız, korunmasız.

Anladım ki, kişi kendinden biliyordu işi...27.07.2007, ANKARA

ANLADIKLARIM


ANLAMALARA DAİR

Anladım ki herkes anlamak istediğini anlıyor.

Anladım ki bazı insanlar işitilmesinden hoşlanılan şekilde konuşuyor.

Anladım ki bazı insanlar başkaları için ille de kendinden vazgeçiyor.

Anladım ki bazıları hep anlamazlıktan geliyor.

Anladım ki bazıları, solduracaklarını bilseler de evlerine gül alırlar. Gül sevdiklerinden değildir.

Artık biliyorum ki gönülden istenen her şey gerçek olacaktır bir gün.

İnsanlar gördüm her şeyi açıkça konuşan. Gizsiz saklısız. Buna rağmen söylemek istedikleri şeyleri başkalarının aklı karışmasın diyerek saklayan. Yahut “hayra” sayıp yalan söyleyerek gizleyen. Kopma noktaları buralardı hep onların. Hayata dair küskünlükleri buralarda başladı her zaman. Bu yüzden içlerinde yaşadıklarına yeni isimler buldular. Hakikat denilenden saklanabileceklerdi kendi adlarına. Aşk denilen muhabbet olur böyle gönüllerde, acı çektiklerinde imtihan olur onlardaki ismi vs.

İnsanlar gördüm her şeyi konuşan ama hiç de dinlemeye talip olmayan. Sadece onların istekleri vardı. Dahası, öncesi, sonrası yoktu. Kimi zaman hırçın haller, kimi zaman ağlayışlar, kimi zaman mecbur edişler ve çok zaman “sensiz bir hiçim şarkısı”nı terennüm eden…Karşılarındaki insanları oyalayan ama onun yerine koyabilecekleri birini bulduğunda bir an bile gözünü kırpmadan yola çıkan, verdiği sözlerin önemi olmayan insanlar.

İnsanlar gördüm hiç konuşmayan. Konuşmuş gibi yapıp aslında hep susan. Büyüklüğüne alışılmış. Olgunluk beklenen, susmak zorunda bırakılan. Söz dinleyen, arayı bulan, husumeti gideren…Barış gücü kuvvetleri gibi görünüp içinde ki savaşlarda tek başına kalan…

İnsanlar gördüm acıları vardı. Kendini anlatamamaktan, anlaşılmamaktan yana sıkıntıları olan.

Ama anladım ki, hiçbir şey gizlenmeye değmezmiş. Bir yalnızlık türküsü tutturmuşsa insanın gönlü, alıp başını bir kulübeye yerleşmek gerekirmiş.

Seccade olmaya razı ne dokumalar var incecik ipek gibi, el emeği göz nuru.

Üstelik bir seccadelik bir yere sığacak bir insan için dünyada da bir seccadeden başka ne gerekir ki.

Gönlün doygunluğu ve tokluğu bile bir zenginlikmiş meğer…
Anladım ki söyleyecek sözü olmalıymış insan dediğinin. Aklı başında bir iki cümle kalmalıymış insandan geriye. Söylenecek hiçbir sözün sahibi sanmadan kendini hayatın bir anlamı olduğunu anlamak bir erdemmiş. Yaşanan söylenen her şeyden O’nun haberdar olduğunu bilmeliymiş insan ve O’ndandır diyebilmeliymiş…

5 Ekim 2007 Cuma

MADEM Kİ...

Madem gün batımıydın benim için
Ve solmak sana değil bana yazgıydı
Hayatın susuz kalan her çöl gecesinde
Parmak ucumdan iliklerime
Bir akrep zehri karışmalıydı

Mademki gün batımının zifirine batırdın
Divit yerine kader kalemimin kesik ucunu
Kesmişsen olup biten bütün hesabı
Dürmüşsen hepi topu üç beş sayfayı
Solmuşsa ellerinle yaktığın saçımın kınası
Ala boyanmalı…
ala boyanmalı yazgım dediğim al yazmam

Zehrin sancıları sarmalı kızıllıklar eridiğinde
Kararınca gökler gözlerimi yummalısın ellerinle
Susmalı hayat bu taraflarda taraf olmadan
Kusmalısın içinde biriken tüm kini
Saklamadan
Kana bulanmalı ellerin gönlümde

Madem ki pire kıymetli yorganın yanında
Yanmalı gece…
yanmalı ve yakmalı yanacak ne varsa
Hayat… yanmalı penceremde bir gurup vaktinde
Tutuşmak ne demekmiş bilmeli yangın görmemiş taze
Ellerim sensiz o ilk gecenin kimsesizliğinde
iki yanıma düşmeli…