29 Şubat 2008 Cuma

MÜMTAZ ABİ

Büyüdükçe büyüdü ismi
buna mukabil cüssesi
neredeyse kaybolacaktı
her sokağa çıktığında
binalara yapışıp yürürdü
silikti bakışları
“O mısraların sahibi sen misin”
diye soracaklar gibi gelir
kasketini gözlerine kadar
indirir yürürdü…

mümtaz abi…
ismi büyürken çok küçüldü
ezdi kendini evinin dışında
delik bir çorap gibi
başka yerlerde
ezik, mahcup, utangaç
kuytu köşelerinde
yumduğu gözlerinin ardında
salınan mısralarını görürdü…

susardı mümtaz abi
suskunluğun kıyılarında
usluca yaşardı
kimseye belli etmeden…

dağlık coğrafyaların orta yerinde
kurduğu denizlerin hayallerini
kalemine dolardı
hiç evlenmediği ilk karısına
aşk şiirleri yazdığında
severdi yaşamayı mümtaz abi

en çok güvercinleri özlerdi
bir de mavi muhabbet kuşu
ve akasyanın serçelerini
gönlüne eş ettiği

yaşardı mümtaz abi
ahşap evin şehre uzak gıcırtısında
ve dizemelerine sokulmuş
hayalet dolu hayatının
hakiki şiirlerinde
aldığı tüm solukların hesabını
korkmadan verirdi…

mümtaz abi…
doymadığı bir sevginin
gönlüyle gören kör şairiydi…

26 Şubat 2008 Salı

BIKTIM ARTIK İMDAT ET

oy başım oy sol yanımın çiledaşı
ne kadar kuş konsa ve didiklese tepemi
hepsi başım gözüm üzeri
iyi de aç karnımın ağrısı bülbül
neyine didiklersin miğdemi

aynı toprağa mahkum değil miyiz şunun şurası
de ki öl billahi bezdim canımdan ölesim var
gönüllüce düşesim var şu toprağa
dik durmaktan yorgunum onca
bir de kıskandığını duyunca
neyime hayat a bülbül

taç yaprağımı görmüş
güya bir serçe
küsüyor yaprağıma delice
sitemini karıyor can suyuma
kurban olsunlar hüküm veren huyuna

sanıyorsan açmam bir daha güne yüzümü
hayat sürerken gömerim köklerime ölümü

kalacaksan öğren artık beklediğim düşümsün
gideceksen de kırmadan git hatırım görülsün…

25 Şubat 2008 Pazartesi

LACİ DENİZ VE SEN

Bir demet ufuksun batan
Dalmışsın yine derin sessiz
Bir şarkı tutturmuş için
Aşk konmuş dudaklarının kıyısına
Ve ellerin deniz tuzuyla kavruk
Ağlamayacak kadar gururlu
Gülmeyecek kadar büyüksün
Aslında içindeki o çılgın
Çocuk gibi anneni özlüyorsun

Kaleminin sulara yazdıklarını
Mısra mısra okuyorsun
Hatim ediyorsun yüzünde
Bu yüzden lacivert deniz
Mürekkep kokuyor başıboş sahil
Annen geliyor aklına
Göz yumuyorsun

Biraz hırçın bu sabah serin sular
Kaleminin ucu sivrilmiş ve incitmiş
Kesiyor dalgaların yanaklarını
Bazen batıyor gözünün bebeğine
Dalga dalga geliyor ağlamak
Hıçkırıyorsun

Neden biriken hırsını
Şu kendi halinde duran
Denizden alıyorsun

Gün düşüyor gözlerinden
Gece taçlanıyor yıldız yıldız
Tüm istiridyeler acınla
Karaya vuruyorlar kendilerini
Kırıyorlar kabuklarını
Gözlerin yorgun düşüyor
Kapatıyor hayat kepenklerini
Uyku öpüyor beyaz avuçlarından
Terkedildiğin bu kıyıya
Düşünmeden ve üşenmeden
Demirliyorsun…

İlham, Demet Duyuler Hanımefendinin fotoğrafıdır. Yazmak için yalnız bir yüz görmek bile çok şey veriyor bazen insana. Tanımak mı, hissetmek mi. İçinde hissetmek tanımaktan çok daha fazla şey veriyor çok zaman.

KUMSAL'DA...

Kendinden bahset bugün bana. Unut beni, bende sevdiklerini, seni anlat bana. Bir ayna al karşına. Hayali bir ayna. Tek bir bakışla kırıp parçala sonra ve avuçlarına düşen binlerce parçanın her biri, senin hangi yanını gösteriyorsa onları anlat bana. Büyük parçalarına sığan kıskançlıklarını, küçük parçalardaki un ufak olan unutuşlarını ve dağılışını kan revan içinde. Seni anlat bana. Canını yakan her ince ve keskin parçanı anlat bana. Yumma avuçlarını yanımdayken. Bırak birlikte ayıklayalım her parçayı. Büyükleri kenara alırım ben, mutlaka işe yarayacak bir tasarım bulurum onlardan. Ya güzel bir yemeği sunarım sana tabağının kenarlarını süsleyip kendi kırık parçalarından yahut bir kadehin altında bulursun yeniden yüzünü.

Seni anlat bana. Ne zaman doğduğundan başla. Nerede ve nasıl bir evde, hayata geldiğini. İlk ağlama sesinin hayat dolu çığlığı yankılansın kalbimde. Nasıl büyüdüğünü, asfaltı olmayan köyün tozlu yollarında. Saçını çektiğin o güzel kızı anlat. Erik çaldığınız zamanları ve bahçenin sahibinden kaçışlarınızı. Büyümek için can attığın çocukluk zamanlarını anlat bana. Hiç bir ayrıntıyı unutma. Dalsın gözlerin, kızıl bir akşamın bitimsiz batımında. Uzat ayaklarını serin sulara. Sıvalı paçalarınla yaramaz bir çocuk hayat bulsun yeniden. Çıplak ayaklarına sahilin pudralı kumları yapışsın ve kurusun. Anlat uzun uzadıya. Ellerin geride destek versin oturmana. Bakışların kilitlensin ufka.

Anlatmaktan vazgeçme. “Sen varsın boş ver bunları” deme bana. Seni bilmek istiyorum. Senin ağzından dinlemek istiyorum, yaptığın yaramazlıklardaki haklı gerekçelerini. İlk sevgilinin gözlerinde bulduğun o tarifsiz aşkı dinlemek istiyorum. Gidişiyle düşlerini kâbusa çeviren yalnızlıklarını. Kırılan umutlarını, hayata nasıl küstüğünü ama hayattan vazgeçmemeye ettiğin yeminleri. Yeniden kalbini deli deli çarptıran, tertemiz başka aşklarını sonra, sırasıyla.

“Birinin saçları güzeldi, denizler kadar dalgalı ve diğerinin dudakları şu ufukta yanan akşam gibi” diyerek sürdür seni anlatmayı. Bilmek istiyorum. Bensiz zamanlarında aşkı öğreten tüm güzel sevdalarını. Anlat bana bu güzel sahil akşamında. Ben uzanayım yanına ve yüzünü izleyeyim her an değişen çizgilerinde. Bir “Sen Masalı” ol yeniden. Tatlı tatlı ve çıkardığın derslerle dolu.

Beni bulduğun zamana kadar getir tüm masalı. Sonra birden masal sitemkâr bir monolog olsun. Gülümseyeyim yüzüne. Onca aşkı yaşayan benmişim gibi, kızıp sitem et. Bunca zaman nerelerde olduğumun hesabını sor yeniden. Bunca zamandır nerelerde olduğunu düşünmeden. “Seni sevdiğimi bildiğin halde küsmüştün ya…” diyerek eski bir meseleyi konuş yeniden ve hemen ardından “beni sevdiğini söylemediğin zamanlar…” diyerek sustuğum zamanlarda içine düşen acıları anlat bana.

Seni anlat bana, kocaman kıskançlıklarını, her satırımda bulduğun kendini, çaresizlik zamanlarını, her an şaşırttığımı düşündüğün hallerimi. Aslında ne çok önyargının olduğunu itiraf et içinden, susarken bana. Gözlerinden okuyayım ben. Mısra aralarına takılı kaldığım bir şiir gibi. Sen bana “Sen”i anlat. Bildiklerimin teyidi olsun anlatacakların yeniden. Gün batana kadar bitmesin. Gün battığında saklanayım gözlerinden. Elma desen de armut desende bulama hayalindeki beni. Sende ki halimden geriye bir avuç kum bir yudum acı su kalsın ellerinde.

Sana anlattığım o yegâne acının anlamını çöz.

Bana seni anlattığın günün sonunda ve gece tüm karanlığına rağmen, ölümle kaybetmekten daha beter başka bir şey olmadığına, ikna etsin o çok sevdiğim gözlerini. Denizin tuzlu suyu tanısın aşkla ağlayan gözbebeklerini. Gece, ay, deniz şahit olsun seni ne kadar çok sevdiğime ve kumsalda ki her kum tanesi öpsün, öpemeyecek kadar uzakta olduğum beyaz tenini.

21 Şubat 2008 Perşembe

EL AMAN

Yeminim olsun merhametim olmasın nefsime
Ölmeden ölmek neymiş kâinat yaşarken görsün

Bir meczup gülsün aklını başında taşıyan “ben”e
Gördüğüne vehmeden ışığını kaybeden körsün

El yordamı bulurum sanıyorsan hakikati, dene
Yum gözü gizlide akrep zehri ruhuna dökülsün

Dünya dönse hayat olur sanıyorsan bedenine
Ziyanı sebil olmuş ziynetlerin içinde çürürsün

Ne aman dilemek gelir aklına ne de çatal diline
Ölecek olsan yuğup, yatırıp, unuturlar görürsün…

İNSANLIKTAN ZOMBİLİĞE

Kolay olmadı büyümek… Hiçbir zaman kolay değildi yaşamak. Sana anlattıklarım ve anlatmadıklarım ve yaşadığım binlerce gün, kolay yetiştirmedi beni bu yaşıma. Yaşlı ama çok becerikli bilge bir adamın çocuğu olmak bile başlı başına büyük bir işti. Her an olgunluk beklenen çocuklardık biz. Yoktan anlayan, varı saklayıp zor zamanlara taşıyan, hâsılı cebindekini ailesinin bir adım ötesinde kendi kendine yiyemeyen çocuklardan olduk her zaman.

Ağaç dikin derdi bilge adam. Dünya da dikili ağacınız olsun. Bu yüzden ağaç dikmeyi her zaman sevdim ben. Kazmayı tutmayı öğretti. Toprağın bağrında çukur açmayı ve çukurdaki toprağı kürekle kenara almayı öğretti. Sonra köklerini incitmeden bir ağacın o çukura nasıl yerleştirileceğini üzerini toprakla örttükten sonra CAN suyunu dualarla dökmek gerektiğini öğretti.

Bilge bir adamın çocuğu olmak çok gurur vericiydi. Aynı adı taşımaksa bir o kadar sorumluluk yükledi küçük omuzlarımıza.

Toprağın içinde büyümek ve ağacın köklerini gömerek yetişmek ölümü kabullendirdi en temiz haliyle. Yeniden yeşerilecek baharların geleceğine delildi her dikilen ağaç. Bu sebeple ölüm doğumun öpe öz kardeşiydi. Öldürende doğ emrini verende aynı makamda oturuyordu.

Ve söküğümüzü dikmeyi öğretti, bilge kişinin hayatı boyunca sırt sırta verdiği o güzel kadın. Gözü arkada kalmadan emanet ettiği bir yuvası vardı. Büyük patron derdi yeşil gözlü kadına. Hayatı hiçbir zaman kolaylaştırmamaya yemini vardı sanki.

İlk çocuğa alınan kılığı sırasıyla giyerdik. Bu yüzden sonuna kadar iyice eskirdi kıyafetlerimiz en son bahçede çalışırken giyilir, arkasından kullanılmaya müsait olan kısımlarından ben diyeyim el bezi siz deyin ki tahta bezi yapılırdı. Ahşap evin tahta dizemelerini silerdik her Allahın günü eski kazaklarımızı yâd ederken. Gülüşürdük “bu senin kazağındı hatırlıyor musun?” diyerek. Ve bilirdik ki, düşse bile ayak altına hiçbir şey ziyan olmaz mutlaka bir işe yarardı.

Bilge adam uzun zaman yaşadı dünya da. Yeşil gözlü güzel kadın hala evinin tek bekçisi. Ve hayat hiçbir zaman kolay olmadı gülen yüzlerimize.

Güzel kadın hep şunu söylerdi, “bu ev eskileri yeni yaparak alındı siz de eskinizin kıymetini bilin”.

Hala, evlerimizde haddinden fazla değerlendirilmeyi bekleyen bir dolu şey var. Atmaya kıyamadığımız, kullanmaya vakit bulamadığımız alınıp alınıp biriken. Haksızlık ettiğimiz değerlendiremediğimiz hayatlarımız gibi ziyanı sebil olan, duygularımız birde.

İstediğimiz halde elde edemediklerimizin yası olmadı hiç gözlerimizde. Elimizde olanları ziyan edişlerimize ağlamayı öğrenmişiz yıllar yılı. Hayır doğru değil “vaktimiz yok” sözlerimiz. Vakitten çok neyimiz var. Bulaşıklarımızı makineler yıkıyor, kazanlar kurmuyoruz bahçelerimize çamaşırlarımızı yıkamak için. Çoğumuz, kendi evladını bile kendi büyütmüyor. Doğar doğmaz büyükannelere teslim ediyoruz sabahtan akşama, yürür yürümezde kreşlere, bakıcılara tutuşturuyoruz. Sözde evlat yetiştiriyoruz…

Vakit… Kendi evlatlarımıza bile yetmiyor mu? O halde neden dünyaya getiriyoruz. Hâlbuki sınavlara girecekleri zaman bizler değil miyiz “oku da büyük bir adam ol” diyen. Hiç bir şey vermediklerimizden ne çok beklentimiz var. Bir yolu olsa drajeler halinde vereceğiz sevgiyi ve mutluluğu. Gerekçemiz hazır, kendimize bile ayıracak vaktimiz yok.

Biz kimiz? Hayatın neresindeyiz. Ne kadar tanıyoruz artık kendimizi? Neden bitmiyor tersine artıyor bunca soru, aklımızda? Dostlar alışverişte görsün hesabı bir hayat bu yaşadığımızı zannettiklerimiz.

İşin aslı dışımızda kalan şartlar değil bizi bu kadar canımızdan bezdiren. Aslımızı kaybetmiş haldeyiz. Kimileri maskelerle gezmekten bahsediyorlar. Maske mi? Biz yaşamıyor yalnızca yaşar gibi yapıyoruz aslında. Uyan uyu arası günler, ye-iç gez-toz ve vakti gelince öl ömürler…

Hâlâ hayattan bir dolu beklentisi olan insanlar görüyorum. Bekliyorlar… Hayatıma biri girse de mutlu olsam diyerek bekleyenler, çocuklarını yük gibi görüp büyüseler de rahat etsek diyenler, lotodan para çıkmasını isteyenler… Beklentileri öyle çok ki.

YA BİZDEN BEKLENENLER...

Beş yaşındaki bir çocuğun sorduğu soru geliyor aklıma: “Neden bu adamın bir ayağı yok, benim, senin ve herkesin iki tane olduğu halde?”

Şöyle söylediğimi hatırlıyorum : “Her birimizin iki eli iki kolu var, iki eli iki kolu olmayanların işlerinde yardım edebilelim diye. Bizim iki ayağımız var olmayanlar içinde çalışabilelim diye”.

Toplumsal dayanışma. Öleli öyle uzun zaman olmuş ki. Artık ihtiyacı olanlara yardım etmek şöyle dursun, evin daha lüksüne ulaşmak, arabanın son modelini, cep telefonunun en pahalısını almak herkesin birinci önceliği haline gelmiş. Onları da bir anlamda haklı buluyorum aslında. Kimin ihtiyacı var bilmek o kadar zor ki artık. Parası olan bile yok diye ağlıyorken.

Bu kadar uzun anlatmanın bile bir gereği yok aslında. Değil mi ki herkes kendi doğrularıyla yaşıyor ve birileri ne söylerse söylesin iki adım ötede unutulacak nasılsa tüm söylenenler. Yaşlılık alameti gösteriyorumdur belki de. Doğru nedir, nerededir? Göreceli durumlar bunlar. Kim işin aslı budur diyebilir?

Roma dönemi hanedanlıkları gözlerimin önüne geliyor anlatılanlardan yola çıkarak. Zevk ve eğlence içerisinde yaşarken, durmadan yedikleri, istifra edip yeniden yemeye devam ettiklerini anlatıyor tarihçiler. Çok benzer yanlar buluyorum, bugünlerle. Yazık ki amacından sapmış ihtiyaç listelerimiz var. Düşünmeden yaşadığımızı fark ediyorum. İlerleyen bilim ve teknolojiye rağmen, ilkel kalan insanlığımızı seyrediyorum. Hala birbirinin özgürlüklerini bile kabullenemeyen güruhlar halinde yaşamaya devam ediyoruz. Özgürlüklerimiz kıymete değer düşünce sistemleri değil. Eskilerin dedikleri gibi “Alma ağacı altı çocukları” olmuşuz. Hayatı anlamlandıracak hiçbir şey üretmiyoruz. “Zombi”ler gibi iki ayağımızın üzerinde ölü, anlamsız, kokuşmuş ruhlarımızla dolaşıyoruz.

20 Şubat 2008 Çarşamba

KADER KOYDUM ADINI

“Evet… Vakit hayli geç oldu. Haklısın… Daha fazla beklemenin bir anlamı yok. Bu kadar karanlık bir gelecekten hiç kimse gelmez artık bu sılaya. Ya yum gözlerini düşünmeden yahut kur kafanda gidenlerin neden dönemeyeceklerine dair hafakanlarını.”

Yalnız bir evin, kınalı uzun saçlarıyla sahibesinin sesiydi kendisiyle konuşan. “Kader” konulabilecek en kötü isim bu değil diye düşündü yeniden. Çocukluğunda söylenen söz geldi dolandı diline “Adın kader olmasın, kaderin kader olsun” demişti o komşu kadın ve sevmişti upuzun saçlarını. Şaşırmıştı Kader. Zira o zamana kadar pek az kimse okşamıştı başını. Koşarak eve dönmüştü o geçmiş günün içinden. Kimseye anlatmamıştı üstelik içinde birikenlerin arasında saklamıştı bunca yıldır bu güzel birkaç anı.

Bırakıp giderken duymayı istemediği sözleri düşündü yeniden. Öyle ya, ne demişti yolcu olan hani: “mecburum, biliyorsun”.

Dönülmeyecek bir geleceğe mecbur olmak ama aynı zamanda mecbur etmek kalanları, bıraktıkları hasrete.

Neden uyur bir insan, son uykusuna kadar uyuyamayacağını bile bile bir yastıkta başını unutarak. Ya da neden uyanmak ister, “mecbur kalacağı uzak sabahlara yürüdüğünü” gördüğü halde. Hatta kimin hakkı vardır geceler kadar karanlık gelecekler bırakıp gitmeye.

“Mecburum biliyorsun, hatta bunu en iyi sen biliyorsun” diyordu giderken. Ara sıra geldikçe, insaflı bir kuşun kanatlarındaki gölge vicdanının üzerine düştükçe tekrarlıyordu aynı cümleyi inadına söyler gibi. “Neden bilmek zorunda olayım, neden anlayış göstermek zorunda olayım” diye düşündü. İsmi kader olan ama kaderine boyun büküp razı olmak istemeyen genç kadın. “Neden ben, neden? Dünyada bu kadar insan varken neden benim aydınlık dünyamı karanlık bir kâbusun orta yerinde bıraktın. Bu kadar güçlü olmak zorunda mıyım? Hayatımın üzerine yıkılan onca yükümü bildiğin halde, bir de seni sevdirip arkasından terk edişini kaldırabileceğimi nereden çıkardın? Sana büyüttüğüm bunca sevgimin an be an şahidisin sen. Binlerce defa yeşerdiğini gördüğün halde çekip gideceğinle ilgili habersiz miydin ki? Şimdi mecburdum diyorsun bana. Ve ölü bir aşk içimde çürüyor, içimi çürütüyor artık durmadan. Kanlı bir katil olsam bile bir görüş günü yazarlar bahtıma ve sen hiç yoksun. Maktulü cinayet mahallinde görmeye gelen yahut bir mezara fatiha okumak için senede bir gün Üçler mezarlığına uğrayan hayırsız bir evlat’dan zerrece farkın yok sevgili” diyerek kayboldu gecenin koyu rengindeki sonsuzlukta bakışları.

Biriken tüm kederlerinin üzerindeki tozları temizleyerek yâd ediyordu durmadan. Oysa gidenler çoktan yerlerinde yepyeni bir dünya kurmuşlar, düzenle yaşıyorlardı belki de kim bilir? Karmakarışık bir hayatı, kucağında bıraktıklarını bilseler bile artık yapılacak hiç bir şey yoktu hiç kimse için. “Hayat yaşanmaya mecbur bir kandırmacadır” diyordu, Kader. Kanmaya hazır çocuk gönüllülerle, kandırmaya mahir sözde aşk mürşit’leri nedense hayatın bir yerlerinde istemeseler de karşılaşıyorlardı.

Her şeyi daha açık seçik görebiliyordu, gece ne kadar karanlık olsa da. Gün kadar aşikârdı sanki artık gerçekler. Nerelerde kandırılmaya başladığını ve neden bu kadar kolayca inandığını anlayabiliyordu. Aşağılanmalarla büyüdüğü bir yerde, yapabileceğinin en iyisini yapıp kendini kurtarmıştı. İnsanın ne derece kıymetli olduğunu düşündüğü bir anda, kıymet verdiklerine emek verip zirvelere taşımıştı her birini. Her zirve çıkışında yaşadığı aynı terk ediliş yazılmıştı yine bahtına.

“Adın kader olmasın kaderin kader olsun” bitmeyen bir çığlık gibi çınlıyordu beyninin derinliklerinde bu sözler. Canını yakıyordu. Çığlık atmak, haykırmak, hayattan vazgeçmek an meselesi gibi geliyordu.

Yukarı çıkardığı diğerlerinden daha farklı olmamıştı işte yine yaşadıkları. Bir adım yukarı çıkınca kendini Sultan Süleyman zannedenleri elleriyle büyütmüştü. “Aşağılayanların sayısını artırmaktan başka bir işe yaramadı, insana verdiğim bu değer” diye düşündü.

“Kime kızıyorum ki, her biri ellerimle yaptığım kendi canavarlarım değil mi? Bunlar, katillerim benim. Duygularımın katilleri. İnançlarımın katilleri. Bugün beni hayata küstürenleri kendi ellerimle bulup çıkardım ben” diyerek iki damla göz yaşını sildi gözlerinden.

Kalktı oturduğu pencere kenarından. “Evet” dedi “ hiç hak etmediğim muamelelere muhatap ettirdim kendimi, gülüşlerimi çaldırdım hak etmeyenlere, mutluluklarımı çaldırdım. Terk ettiler beni. Bir dağ kadar güçlü ve yıkılmaz zannettiler. Bir kadındım hâlbuki. Üstelik sevilmeyi hak eden bir kadındım. Hiç birine dır dır etmedim başkaları gibi, hiçbir şeye mecbur etmedim. Ama her biri beni yalnızlığın kollarında bıraktılar. Ve yıkılmaz bir kale gibi sonuna kadar buyur ettiğim gönül hanemde, tarumar ettiler mukaddesatımı.

Bitirmek için varlığımın en mukaddes inancını, farkında olmadan yerle yeksan ettiler yaşama tutunduğum mutluluklarımı.

Şimdi hesap zamanı kendimle…

Ya bitmeyi kabullenecek ve son bir not bile bırakmadan yürüyeceğim, en sevdiğimin hiç sevmediği o darağacına ve kendi ellerimle çekeceğim kendi ipimi ya da sığınacağım beni karşılıksız ve en çok sevenimin yanına. Ben onu sadece kaybettiğim zamanlarımda hatırlasam bile, kimsesiz kaldığım şu an, kimsem olacaktır yine de. Şimdi sakin olma zamanı ve bir “anka” gibi küllerimin içerisinden binlerce güzel ve ulvi duyguyla binlerce doğma zamanım. Haydi Kader. Bir karar ver bu gece. Ya doğacaksın yeniden ya kaybolacaksın büsbütün”.

Yalnızlığa alışık ruhuyla konuşurken bir yandan da içinden söylediği her sözün aslında kendine ait olmadığını bilerek ve hissederek coştukça coştu Kader. “Allah’ım” diyerek yumdu gözlerini. Giden hiçbir sevgilinin ardından bu kadar gözyaşı dökemediğini bilerek bıraktı kendini. Ağladı gecenin içine. Her bir damlada yıldızlar parladı sanki ve yıkılan dünyasını der top etti Allah’ı, koydu geçmişin çöplüğüne. “Yeniden başla” dedi içindeki sıcacık, saran bir ses. “Yeniden başla yaşamaya ve unutma ki sen beni dara düştükçe ansan da ben her an seninle birlikte ve senin yanında olacağım. Sen benim yanımda asla yalnızlık nedir bilmeyeceksin”.

Silmedi kader gözyaşlarını bir inci tanesi gibi akan her damla görünmez bir kâse-i fağfur da birikti. Pişmanlığın tevben’dir diyen Tanrı katı, açtı tüm kapılarını. Gece kutsadı yalnız bir kadını. Gözyaşları kırkladı acılarını ve her bir yıldız şahit oldu Kader’in yeniden doğumuna şafak atana kadar. Sabahın en soğuk ve en karanlık zamanına kadar yanında kaldılar. Sonra okunan sabah salasıyla yeni bekçisine teslim edildi emanet bir genç kadın, güne bıraktıkları nöbetle bir gecenin içinden daha usulca ayrıldılar.

Her görünmez sanılan sırrın ve karanlığın şahidiydi ay ve yıldızlar. Ve gizli saklı tüm gerçeklerin üzerinde bir ümide delil diyerek asılıp, ümidini kaybedenlere hayatın içinden ışık ışık yollar açtılar.

Kader, kapanan tüm yollarına rağmen doğan günle birlikte yeni bir hayata doğuyorsun bu sabah. Bırak adının kaderini, her yazdığını en güzel yazanın kaleminin ucundan mutlak bir hayırla çıkacaksın. Gülmek kendi dışında bulacağın bir nimet olmayacak asla. Mutluluk, yalnızca kendi içinde büyüttüğün büyük bir çınar. Yalnız geldiğin bu yerde, kim vefa edebilir sana. Hangi nehrin kıyısında ağlar seni yalnızlığa bırakanlar. Bir sen…Yalnızca sen…

Sen Kader…Bütün bir dünya yalnızca senin için kuruldu, kıymetini bil… Sakın unutma "Hayat, sadece bir bakış açısı meselesi"dir…

ÜÇ BİLYELİK SERVET

Hepi topu üç bilyelik servetimle
Sokakların her kuytusunda
Gelip geçen tek tük araba gölgesine
Sererdim dünyaya oyunlarımı
Tüm heybetimle…
Ve içerdim dökülen terimi
Kana kana bir yudum su gibi

Büyümek yaramadı
Çaldılar cam boncuk bilyelerimi
Hasrete vurmuş mısralar
Dolaştırdı ayakkabı bağlarımı
Düştümse boşuna değil
Şiir akıl işi değil...

Eğil huzura varmadan
Sen dediğim ben
Bir söğüdün dökülen dallarına
Dal gibi gövdenle
Bodur bir ağaçsın sen
Annenin sözünü dinlesen
Hiç çıkmazdın ağaç kovuğu evinden
Dizinin dibinde, aşktan uzak
Güvenle gücenmeden
Ne menem bir beladan
Bin defa kurtarırdı saçlarını
Gece vakti gözüne de batmazdı
Kırardı yıldızların çarpık
Çırpı bacaklarını…

19 Şubat 2008 Salı

BEKLEDİM BEKLİYORUM

Bekledim…
Anlamanı…
Dünyayı önüne sererken
Yalnızca bir demet nergis almanı
Senenin bir tek günü
Ve bırakmanı evime değilse bile
Dostumun ellerine
Ondan alacağımı bilerek

Bekledim…
Anlamanı…
Parayla işimin olmadığını
Bir paket çikolatamın bittiğini
Düşünmeni…
Ve bırakmanı evime değilse bile
Dostumun ellerine
Ondan alacağımı bilerek

Bekledim…
Anlamanı…
Kıyas kabul etmez bir güzelliğin olmasa
Ve parlamasa kalbinin güzelliği yüzünde
Yanında durmayacağımı, yapamayacağımı
Birilerinden farklı olduğunu, değerini
İçimde isminle büyüttüğüm leylakları
Koparmamanı…
Ve gelmeni evime değilse bile
Dostumun evine
Onda olacağımı bilerek

Bekledim…
Bensiz o uzak yollara gitme demeni
Kalacağım yeri senin belirlemeni
Ya da kandırmanı bir şekilde
Çok mu lazım başka yerlerdeki
Başkalaştığım sokaklar
Bekledim kal demeni…
Ve gelmeni benimle değilse bile
Arkamdan ille de
Orada olduğumu bilerek…

Bekledim…
Bekliyorum…
Ama işin aslı anlar mısın
Hiç bilmiyorum…

18 Şubat 2008 Pazartesi

AĞLARSIN

Çığa mı bastılar tenini
Rengi düşmüş yüzüne
Soğuk kesmiş elini
Saçların
Kalakalıyor avuçlarımda
Bakakalıyorum ya öylece
Çiçeklerin solgun

Serçeler bırakmış dallarımı
Çıtı çıkmıyor sabahların
Yası dinmiyor bulutların
Ve yaşlanmıyor denizlerim
Kabukları ayıklanıyor
İstiridyelerin
Bekliyorum gelsin diyerek
Hırkası eski Mevlevileri
Vakit ilerliyor acele etmeden
Ney’ler suskun

Kim bulsa yitiğini
Çözer bağladığı düğümü
Çözülür bahtın ayak bağları
Ve sızılır tüm zeytinler
Yağlarını bırakır avuçlarımıza
Kökleri mutlu dalları yorgun

Sıradan her patikayı
Yürütürler
Allahın bitmeyen gününde
Kırmızı çiçeklerin taç yapraklarını
Yolarlar acısı dinmeyen ayrılanlar
Ve küserler unutulduklarına
Solgun gün batımlarında
Boyun bükerler suskun…

İlle de sen
Kalırsın uzağımda
Ve delişmen her çığlığın
Hesabını sorarsın gitmelerime
Yılgın atlar şaha kalkar
Dönemem olduğun sahillere
Dönsem de zor bela
Bakamam yenilen eski gözlerine
Düşerim dizlerimin üzerine
Öperim toprağını
Görsen bitmiş halimi
Sen bile acırsın…
Kim bilir belki unutup kendini
Başucumda ağlarsın…

17 Şubat 2008 Pazar

Yaşamak…

Yaşamak bir anın içinde seninle
Ve söyleyebilmek korkmadan
Duyulmayan seslerimle
İsmini…
Haykırmak rüzgârda
Denizin tuzunu ayırıp suyundan
Şifa olsun diye basmak
Kanayan yanlarına
Yaşamak…
An içinde saklı
Senli bir zaman…

Yorgunluk

Özlemişim koyu yeşil duvarlarını
Ve tozu alınmış dolapları
Havalandırma zamanı gelmiş salonu
Kuşların konduğu pervazları
Yaşayan bu evi
İçine girişinle…

Sesini koy şu tablodaki denizin kıyısına
Ve gülüşünü iliştir vazoda kuruyan güllere
Elinin sıcaklığı ısıtsın çay bardaklarını
Ve kan kırmızı bir demle, demle
Sohbetinle bu evi
İçine gelişinle…

Konuğu ol evimin
Varsın girme koynuma
Sarılma sensiz eğik kalan boynuma
Ve yorma artık bu yorgun evi
Çekip gidişlerinle…

Çığlık

Ne zaman durup dururken
İnse zirvesinden
Tiz bir çağrıyla dağın çığı
Altında kalırım...
İnanır inandırırım öldüğüme
Ecelin üşüten nefesiyle
Dalından göz kırpımı düşürdüğüm
Sincapları...

Çatlayan kabuğumla
Filizlenirim yokluğunda
Yetim bir fidan olur büyürüm
Özlediğim baharlara...
Güneşin ağartan zamanlarına
Adını verip asılırım
Kökü bende darağaçlarıma...

Boya gider ismin
Çorak yamaçlarımda
Bir kayanın orta yerinde
Çığlık çığlığa ...
Seninle büyüttüğüm sevda dolu bir yan
Can bulur kar sularında…

15 Şubat 2008 Cuma

PUZZLE'IN EKSİK PARÇASI

Anı defteri tutmak lazım belki de. Eşe dosta olup biteni ve yaşadıklarını anlatmaya çalışmaktansa en güzeli bir anı defteri tutmak. Zira yaşadığın şeyleri anlatırken, kendi doğrularının arasında sıkıştıkları halde yorumlar getirip yargılamaya başlayacaklardır dinlerlerken.

Dostlarımdan beni soğutan en ince noktada hep burası oluyor işte. Anlatmak için çırpıntığın onca şey varken genel geçer kuralları koyarlar önüne. Oysa kendi hayatlarında hangi genel geçer kurala hayatiyet kazandırabildikleri ortada.

İnsanoğlu. Duygu ve mantığıyla kendi ölçüleri çerçevesinde hareket eden bir varlık. Kiminde duygular ön plandayken kimi somut gerçekliklerinin içerisinde bunalıyor. Değişen hiçbir şey yok aslında. Ne biri nede diğeri biraz daha fazla ya da eksik çekmiyor hayatın yükünü ve ağırlığını.

İçinde sevgiye dair bir eksiklik hissetmeyen var mıdır? Hangi toplumun içerisine girseniz hep bir sevgi söylemi yok mudur? Ya birbirini sevdiğini söyleyen insanlar yahut işine aşkla bağlı olanları görürsünüz. Aslında temelinde doymayan bir sevilme, beğenilme arzusu var insanın içerisinde. Doyumsuzluktan kaynaklanmadığı aşikâr, en masum ihtiyaç. Sürekli bir yerlerde ve bir şeylerde arayıp durdukları “puzzle”ın eksik parçası.

Gidebildiğim en uzak noktaya kadar gidiyorum. Gördüğüm sadece her insanın onulmaz bir şekilde ve deli gibi sevgiye ihtiyaç duyuyor olması. Hep aynı sona yahut aynı başlangıca ulaşıyorum.

Evet, dünyaya gelmemize vasıta olan bir anne ve babamız var hepimizin, istisnasız. Fakat bizi var eden o büyük kudretten uzak düşmenin acısıyla doğuyoruz hayata. Sanki kendinden uzak kollara bizi emanet etmiş gibi. Durmadan arayıp durduğumuz ve eksikliğini hissettiğimiz bir yangın büyüyor içimizde geçen yıllarda. Yeni meşgaleler, yeni duygular koyuyor kalplerimize, yine aynı kudret sahibi. Yeni sevgililer uyduruyoruz. Oyalanıyoruz seneler ve yıllar boyunca. Hasretimiz hiç bitmiyor. Yalnız hissediyoruz durmadan kendimizi, kalabalıklar içerisinde bile. Bitmiyor, tükenmiyor. Sitemler birikiyor içimizde ve uydurduğumuz sevgililerin isimlerine yöneliyor bu sitemler. Hayatın her anında aynı ismi perdeleyen bir perdedar buluyoruz karşımızda.

Genel geçer kurallardan en çok karşı çıktığım; “bir gönülde yalnız bir sevginin bulunabileceği”nin söylenmesi. Ne kadar anlamsız. Bir ummanın bir zerreden oluşması mecburiyetine hapsedilmeye kalkışılması gibi bir durum.

Böyle olabilecek olmuş olsaydı anne babalar, bütün çocuklarını eşit sevdiklerini söyleyebilir miydiler? Hayır, bir eşitlik elbette söz konusudur ama asla aynı sebeplerle sevilmez sevilenler. Birinin yüzüne baktığınızda bir melek görmüş kadar huzur bulursunuz, bir diğerinin safiyeti kalbinizi çalar, öbürünün zekâsı mest eder… Binlerce sebep bulur sevmesini bilenler kendi içlerinde. Sevmek zaruri bir ihtiyaçtır insanoğlu için. Sevilmekte öyle. Ne kadar sevilse ve ne çok severse sevsin bir türlü tam olarak sevildiği duygusuna ikna edemez kalbini. Her zaman bir tarafı eksik kalacaktır. Kalan kısım, görmeden iman ettiği o büyük Yaratıcı’dan başka hiçbir şey doldurulamayacaktır. Ve hiçbir şair hiçbir müellif meydana getirdiği eserlerinde bu aşkın uzaktan yakından bahsine muvaffak olamayacaktır.

Bir Leyla bahsine hapsolup kalacaktır “aşk” denen vuslatsız açlık.

Her yaratılan kopup geldiği bilinmezlikten getirdiği hasretleriyle yaşamaya mecbur kalacaktır, dünya günü sayılı hayatında. İdrak sahibi olanlar için “NAR”, Sevgilinin yanına varıldığı anda "NUR" diye algılanacaktır mutlaka. Bir eziyete dönmeyecektir kavuşma zamanı.

Dünya bir oyalanma yurdu olarak hükmünü sürdüredursa da her fani çarpa çarpa ve kırıla döküle hızlı adımlarla asıl aşkına koşmaya devam edecektir. Ne yaptığından habersiz ve ancak bilebildiği, duyumsayabildiği kadarıyla.

14 Şubat 2008 Perşembe

TUNA'NIN KENARINDA


Aşk…
Derin derin çektiğin
Deli bir bağımlılık
İlk zaman
Öksürüğe boğan
Sonra başını döndürmeye
Gücü yetmeyen…

Şu kara şehrin duru nehrine
Müptelalığım gibi
Oturup saatler ve günlerce
Bakıp duruyorum
Serçelerine…

Tuna…
Kimseyi getirmez bana
Zamanı götürür hızla
Bakarım ben öylece
Yok ki beklentim

Gelecek olan
Açar kanatlarını
Takılır kuşların ardına
Gelip konar omzuma
Gelmeye niyeti olsa…

Bilirim çocukluğumdan beridir
Ameller niyetlere göredir…

TUNA NEHRİ'NİN YANINDA

Ne zaman eski bir isim çıksa karşıma yeniden yollar ve yolcular geliyor aklıma. Gidenler, gelse de bulamayanlar, gidip de hiç dönmeyenler. An’ların içinde yaşıyor hayat ve sadece o kısacık zamanların içerisinde yaşanıyor. Bir anlam yükleniyorsa bu süreç içerisine hapsoluyor yaşanan tüm mutluluklar. Yaşanırken kederli olduğu düşünülen şeyler bile mutluluk oluyor hatırlandığında. Her zaman güzel halleri kalıyor akıllarda.

Bir de hesaplaşamayanlar oluyor ille de. İntikam hesapları yapıp, bir türlü alacakla vereceği denkleyemeyenler. Öldüresiye sevenler diyorum bunlara. Gömmekten başka hiçbir son onları tatmin etmiyor. Bu yüzden öldürene kadar bunaltmayı tercih ediyorlar. Meselenin bu tarafının çok da önemi yok benim adıma. Zira hiç de umursamıyorum artık böylelerini. Ne istiyorlarsa onu yapmak için harcasınlar tüm enerjilerini. Mutlu etmek ve mutlu olmak bu kadar ucuz değil ve son derece de kıymetli.

Ara sıra gelip bir yudum acı kahve misali iki kelam ediyorsun ya. Bu kadarcık da olsa bir iz bırakmışım demek diye düşünüyorum. Hiç anımsanmamak üzer mutlaka geride kalanı. Kimse unutmaz aslına bakarsan. Çok zaman unuturum diyenler gömerler en derin kuyuların diplerine. Üzerlerine aynı isimleri unutmayı sağlayacak taşlar atarlar karalama kampanyasıdır bunlar. Bu taşlar olmasa güzel tarafları hatırlanacak diye sadece savunma psikolojisiyle yaparlar bunları. Onlar da bilirler aslında tüm bu hafriyata rağmen birlikte olunan zamanlarda o isimleri çok da sevdiklerini. Sonra daha küçük taşlar atılır acılar hafifledikçe ve zaman getirip doldurur tüm taşların aralarını toprak ve kumlarıyla. Unutmak umut edilir yalnızca. Unutulan sevgilide kalan gönüldür sadece. Gönülsüz gezilecek zamanları getirip bırakır kapıların önüne hayat.

Ne o sahil unutulur, ne eski çarşı. Her tütsü yakışta dumanı resmini çizer durmadan. Amber kokusu doldurur odayı yeniden. Misk-i Amber en kıymetli koku. Odanın kokusuyla birlikte tüm evin havası ve tüm düşünceleri de değiştirir bir anda.

Her kesin ve her şeyin kendine ait bir kokusu vardır ille de. Bir defa duyduğunda nerede ve ne zaman olursa olsun hatırlayabileceğini düşünürsün. Her gözde bulduğun ve her yüzde karşına çıktığını düşündüğün gibi bir anda onca insanın içinden aynı kokuyu alırsın istem dışı. O mu burada diye belli etmeden arar gözlerin. O denilenler çok uzakta da olsalar.

Yeni dostlar girer hayatına tüm kapıları kapatıp kilit üzerine kilit vursan da. Gidenler unutulmazlar ama gelenler doldururlar kalbini hiç istemesen de. Yeniden sevmeye başlarsın. Bir de bakarsın ki kalbin ölmemiş ve ölmüyor ne olursa olsun. Bunun ismi unutmak olmaz hiçbir zaman. Unutmak ya da unutmamakla ilgili değildir olup biten. Mesele yine de ve yalnızca “an” dediğimizde gizleniyordur. O “an” içerisinde yaşadığın mutluluğu ya koruyacaksın ya kıymetini bilmeyip yürüyüp gideceksin başka bir yöne. Ama yürüyüp gittiğinde bileceksin ki yeniden asla o “an” tekrarlamayacak kendini. Bir dolu zaman geçecek ayrı gayrı ve hiçbir şey bu farklı zamanların yerini dolduramayacak.

Bir “an” içinde yaşanacak tüm aşklar ve sevgiler. Koruyabildiklerimiz bizim olacak kaybettiklerimizle çoktan vedalaşmış olacağız.

13 Şubat 2008 Çarşamba

HEP-YEK

Mısraımsın
Satır satır yazdırıyorsun seni
Elimde kalemim
Elinde elim

Sabahlar bulup uyduruyorum
İsmini söylediğim güneşlere
İçimden değil dışımdan
Sesleniyorum yokluğuna
Günaydınlarım boş odalarda

Çok zaman yanımda olmuyorsun
Hatta hiç oluyorsun ne yalan söyleyeyim
Tek kişilik hayatımın içinde
Çift kişilik hayalin
Senli sofralarında oturuyorsun

"Hüzünlü bir öykümüz yok
Olmasın
Zaten bizi sevmez hüzün
"

Deyiveriyorsun kayıp yüzünle
Sevmesin sevgili
Hüzün bu öyküye hiç girmesin
Arada ziyaret edilen uzak bir ahbap olsun
Uğradıkça yoklayalım neye ihtiyacın var diye
Dursun otursun olduğu yerde
O bizi hiç sevmesin

Her sabah zar tutup atayım
Dudaklarına hasret çay bardağının önüne
Hep gelirse sen gel o gün
Yek gelince bileyim ki
Yine beklemedeyim…

12 Şubat 2008 Salı

BETERİN BETERİ

Yar dedilerdi ne bileyim ayrılacak bütünüm
Yüzünde pür telaş babamı rüyam da görürüm

Bir elimde cınga canıma dair, gözümde son fer
Perde perde gönül gözüm, hayat önümden geçer

Sersefil bir seyyah olsam şu deniz yolunda
Yırtsam çarşafmış gibi kaderi tırnaklarımda

Bir oğulda atsa kalbim düşsem de ateş-i akla
Dinletsem kuytuya saklanan bülbül-ü şeydayla

Ne dumanı eksilir şu eğilmez çekilmez dağların
Ne yol düşünür ziyanına mani olur deli çağların

Kir pas içinde süründükçe üreyen eşkıyaların
Elinde oyuncaktır kırlangıçlar soysuz kavgaların

Dağıtın şu dumanı kör gözümün önünden yeter
Beteri gelecek korkarım bu günden daha beter…

KARABASAN

Aldırma uykusuzluğuma şafak
Sen ister doğ ister doğma
Ha batmış gün ha batacak
Kalmam, varlığıma aldanma

Soğuk işlese iliklerime
Yahut sular yürüse üzerime
Şah damarı kadar hayattayım
Atarsa tepemin tası bir zaman
Onu da ellerimle koparıp atarım

Kolay mı bu kadar vazgeçmek
Aşk mı yoluma dikilen ağlayış
Kafeste çırpınan kuş mu yaşamak
Yahut suya dalan göz mü boğulmak

Karga tulumba tutun kanatlarımdan
Yolun kaç ak varsa saçımın karasından
Çekilin önümden çıkarın karabasandan
Atayım uykumu kirpiğimin arasından

Sığırtmaç olasım var bu saatten sonra
İş bu saat hayatın son vakti bile olsa
Dağ taş deniz tuzu ter buradan bana
Yeter süründüğüm yol verin vatanıma…

GECENİN FİRARİSİ

Yıldızı firari gök kubbenin altına otur
Kurduğun sofranda nar olsun sana yar
Bir buse ol gamzede bir yudum şarap
Düşen her hilal suda sevdan olsun kâr

Madem mızrap atar göğsünün telinde
Bir damla çiğ düşür kara kirpiklerinde
Ya meşk’ten bahis aç ya sussun hicap
Dinlesin geceyi ay, aşığın gülüşlerinde

Sen saklansan da bulur seni akşamlar
Koparıp köklerinden masaya oturturlar
Yalnız gecen olsun sana, vefayla ahbap
Eskiyen sevgiler sularda kaybolsunlar

Dönmesin gece şafağa bu karanlıkta
Atmasın benzini sevgilim yalnızlıkta
Demlensin bırak beni benimle bitap
Doğmasın sensiz sabah bensiz uykunda

Geçsin ömür denen virane arsız anca
Dökülsün saçıma karlar güneş doğunca
Nergisler kıskansın lalelerimi Ya Rab
Derilsin kederlerim âşıklar durulunca

11 Şubat 2008 Pazartesi

Soyun gecenin karasını sırtından
Ve giyin ne kadar güneş ışığı varsa
Aydınlansın yüzün
Işıt ruhumun en ücra yerlerini
Kalın bir kuşak gibi dolan kaderimi
Beline bağ et ki düşmeyeyim
Uzan göğe ama yükselme
Hapsettiğim bütün serçeleri
Bırak kafeslerinden
Savur hürriyete
Elinde kalsın mahkumiyetim
Bir benim başımı bekle
Ölümüme…

Ölmeden ben seninle
Sakın yeniden diriltme
Ve tut nefesini sonuna kadar
Öpme, üfleme mum alevini
Yanmadan bir çırağ ateşinde
Bilme çirkinliğini karanlığa saklayan
Gülmeyi bilmeyen gözlerimi
Yüzüne esen yel gibi
Saklıca sokulayım
Biliyorum istemeyeceksin
Yeniden öpmemi
Gamze çökmüş yanağından

Kınayla yanan saçlarına vursun
Kızıl bir akşamüzeri
Ve Tanrı nefesiyle öldürsün
Şehrin güvercinlerini…

YİNE DAĞLARDAYIZ

Deniz bizi bilmez
Biz denizi tanımayız
Ne zaman dara düşse başımız
Yine kara dağlardayız
Sırtımızda heybe
Elimizde kuru somun
Dilimizde yanık aşkların
Uyduruk türküleri
Savruluruz birlikte sislere…

Ergen açan gelincik tarlalarında
Geç kalmış serinliklerdeyiz
Mor bir lale kederinde
Boynumuz bükük
Başımız dimdik
Bozulmuş şu düzene
Bulaşırız
Üstü örtük küfürlerle…

Yılkı atları imrenir bize
Sürüden ayrı çılgın sevdalarda
Dörtnala süreriz ruhlarımızı
Ezilen her papatyanın dalı
Uzanır saçlarımıza
Yağmurun zerresiyle
Yıkarız dünlerde gelecek günleri
Ve unuturuz günahta sevenleri
Yürürüz yorulmadan
Doğacak tüm seherlere…

Zıtlaşmadan geceyle güneş
Ve dövüşmeden
Sevapla günahlarımız
Barışık bir kalp aralığında
Yol buluruz yaşamalara
Bir çare düşünürüz güllere varan
O dikenli yollarda
Vazgeçmeden şiir şiir
Yazılırız yazgısı kömür kalemlere…

Deniz bizi bilmez, biz denizi tanımayız
Ne zaman dara düşse başımız yine dağlardayız…

SON GÖRDÜĞÜMDE

Son gördüğümde
Göz çukurlarına
Karalar demir atmıştı
Bakışlarının derinliklerinde
Yüzü daha beyazdı sanki
Saçlarının karasına inat
Ve tüm dalgalarına muhalif
Durgun bir ifade vardı yüzünde
Sağ eli başının sağ tarafında
Tutuyordu düşmesin diye

Son gördüğümde
Ne çok özlediğimi fark ettim
Titreyen ellerim ve tenimde
Seyrederken ki sevincimi
İlk gençlik günlerimi
Avuçlarıma sayıp bırakıverdi
Yüzünde telaşsız bir yol hali
Veda ediyordu sanki
Her zaman gülen o yüz
Bildiğimden daha beyaz
Daldığı maviliklerde
Sessizdi..
Söylemese de canı yanıyordu
Besbelli…
Gözlerimin önünde
Gizli gizli soluyordu
Bir beyaz gül misali…

Son gördüğümde
İlk tanıştığım gün söylediği
Tek ve yegâne şeyi söylesin istedim
Konuştu benimle
Dedi ki;
Sakın ağlama
Beklediğim bu değildi…
Söz vermişti
Tutamadı
Ben de tutamadım ona verdiğim
O son sözü…
Ağladım onsuz gecelerde
O hiç görmedi…

Son gördüğümden bu yana
Ne karalar ne denizler
Hiç biri teselli etmedi
Belki anlattığı karabalık
Biraz da uçan kuşlar
Sitem sitem dolaştı
Yokluğu genzimde
Yutkunamadım…
Yokluğunda yokluğunu
Unutamadım…

9 Şubat 2008 Cumartesi

SERDE DARLIK

Kan çökmüş gözlerinin ağına
Bulanıklaşmış geçmişin geleceğin
Tutacağın dalın tükenmiş
Kırmışsın ne kadar ümidin varsa
Huzurunu çölün ortasında unutmuşsun
Vur kafayı şimdi vur ki uyusun
Uyusun da büyüsün hayallerin
Değilmi ki satmışsın paraya
Pazarlığa tutuşmuşsun hayatla
Aştığın her haddin gibi
Yaş haddinden öl be
Bırak yaşamak dediğin nedir ki
Yaşmaklı bir nine bul kendine
Alabilirsen –sakın para teklif etme-
Hayır duasını iste kalan ömrüne

Bir zamanlar yürürdün Atatürk bulvarında
Yanında yürürdü üşüdüğü aşikâr bir kız
Sert adımları vardı çatılı kaşları
Kim bilir neler bilirdi de söylemeden
İçin için büyürdü
Her yolu sana mı bıraktı gidişiyle
Tüm yalnızlıklara mecbur mu oldun
Kala kal kendinle
Asılan yüzünle asıl hayata
Tutun dişinle tırnağınla
Sahte dostların yalan gülüşlerin
Altına yazılsın adın…
Nasılsa gitmeyecek mi her fani dert etme
Kendini bekleyen şenlikli bir ölüme…

Serde darlığın var Anan Babandan miras
Bozdur bozdur harca boşuna bu naz…

8 Şubat 2008 Cuma

İSTANBUL SEN

Sokak arası bir zamandı
Seni gördüğüm o yer
O gün bugündür
Ellerimde beline kadar uzanan
Dalgasında kaybolduğum akıl
Saçım başım köpük köpük
İstanbul sen
Sende tüm şehirler

Bilmem ki hiç bağda bostanda
Göremedim boyunu bosunu
Köşe başına dikilip uzun boylu
Beklemelerimi severdim
Bir geçsen ah bir daha görsem
Sevinse fukara gözlerim
Yüzüm gözüm köpük
İstanbul sen
Sende tüm şehirler

Sürgünsün dediklerinde
Ağırıma gitmedi hiç
Ne gidilecek yer
Ne uzak ne imkânsızlıklar
Sensizlikten gayrısı değildi
Gözümden süzülen keder
Yoktun bulamadım
Yollarda hayalin
Sormadık kaldırım taşı bırakmadım
İstanbul sen
Sende tüm şehirler

Bir defa görmelikmiş aşk
Bir daha evlenmeyi hiç düşünmedim
Bu yüzden okudum tüm romanları
Birinde gözlerin diğerinde gülüşün
Sen…
Yanımda hiç olmadın
Ellerinde biri kız biri oğlan
Yürümedin gönlümü düşürdüğüm
Caddelerimden…
İstanbul sen
Sende tüm şehirler

Bir göründün bir yok oldun
O gün bugündür bütün kadınlar
Hep sana benzediler…
deniz bizi bilmez biz denizi tanımayız

ne zaman dara düşsek yine dağlardayız...

****

zeka güzellikten her zaman daha çekici olmuştur...

TREN GARINDA

Tren garında
Duvar kenarına sıçramış
Ziftine bulanan hayatın taşımıyım
Taşır mıyım bu yüklü gebe dünyayı
Taşar mıyım yoksa kabımdan
Otursam dip köşe bir yer bulup
İzlesem gelip gideni
Para kazanma hayali kuran
Talebelerini…
Oku da kurtar bizi de dese bir ana
Giden o kıymetli yolcusuna
Sağır sultan duysa
Duymasa vurdumduymazlar
Çemkirip sövsem gelmiş geçmiş
Tüm yalancılara…

Tren garında duvar dibine çömelsem
Ve izlesem bir iki ömür
“Adam olunca düşenin elinden tutacağım”
Diyerek yemin verenleri…

MUALLİM NESİM

Düş önüme kara kasketim
Sakladığın her sırrımı
Vur yüzüme ben ölmeden
Ters dönmüş dipsiz kuyu gibi
Seril suskunluklarıma yeniden

Bildiğim her doğrunun
Biriktiği o yerde
Saçaklarından buz sarkan aklımın
Kalan çürük darağaçlarını
Ve uydurup kurduğum kulübemin
Sarnıcını anlat
Kızıl akşamların ay vuran gölgesinden

“Ben muallim Nesim bu da kasketim”
Diyerek seni tanıştırdığım
Kahve gözlü küçük kadınlarımı
Ve eli yüzü kir pas içindeki
Çamurlu sokak çocuklarımın
Yetimliğinde boynuma prangalar asan
Aç kalan yanlarımı anlat bana
Yeniden ve hala hayattayken
Ve iyi kötü ayaktayken…

Benim kadar sevdin mi gerçekten
Sokaktaki o kara pisiyi
Sevmesen düşmezsin üzerine
Öyle aceleden

Sahi söylesene
Hangi rüzgârımı daha çok özledin
Bir zamanlar deli gibi eserken

Anlat hadi,
Memuriyetimi nasıl da beklediğini
Yağmurluğumun üzerinden
Özlediğin askıda kalan emekliliğimi
Gelip giden deliliğimi
İlle de Haliç’in altındaki
Sarhoş nidalarımla söylediğim
Münir Nurettin şarkılarımı
Ve beni bende unutan
İlk karımın hayat dolu saçlarını
Olmayan kayıp çocuklarımı
Acıtmadan ama
Yakmadan yorgun canımı
Zorla tutturduğum uykularımda
İnsafsızca aklıma üşüşen mısraları
Sabah olduğunda başucumda duran
Beklemeli pişmanlıklarımı
Şekeri yasaklayan doktordan saklı
Bitirdiğim baklavaları
Biriken hasretlerimi kurutsun diye
İçtiğim limonu az votkalarımı

Anlat tepe tasımın sahibi
Kara kasketim…

“Ben muallim Nesim, bu da kasketim”…

7 Şubat 2008 Perşembe

TUTUN

Velev ki unutmuşsun
Sen kimsin ben yanında neyim
Hatta kırılmış iki elim
Bileklerim düşmüş
Ekmek teknemin önünde
Aşımız suyumuz kesilmiş
Tüketmişiz hayatı
Olsun be cancağızım
Canımız içimizde ya
Huzurumuz
Düşüp dizinin üzerine
Kanına karışan gözyaşıyla
Yüzümüze bakan bebemizde

Velev ki bitivermiş gün
Yağı tükenmiş kandilimin
Hatta kurt inmiş
Dağ başındaki hanemin önüne
Göz gözü görmese de
Bekle merhamet sahibinin
Güven cemaliyle güleceğine
Zifiri gecenin bağrına saplamaz mı
İki yüzü keskin hilalini
O ay aydınlatmaz mı şerri
Kesme ümidi cancağızım
Yüzümüze takılır
Bebemizin gözündeki yaş
Dizinden akan kan
Değilmi ki içinde duran can
Bir oğulun ela gözlerinde

Tükenen ümidin
Ne kadar büyük olsa da
Çift bozandan olma
Bitirme…
Bırak gözüne toz dolsun
Kalbinin kırıklarına sar yaşlarını
Göm gitsin kahrını
Gördüğün ilk denizin esen yellerine…

5 Şubat 2008 Salı

ANAM ÇAĞIRIYOR

Anam beni çağırıyor
Duyuyorum
Kurtlar uluyor dağ başlarında
Sesi kulaklarıma doluyor
Gönlüm burkuluyor
Başını duman sarıyor
Ovanın yitiği canımı, sürüyorum
Kirli bir deniz kenarında
Yuğuyorum göz kapaklarımı
Açılmaya zorlanıyor
Uyvanıyor deli bir kadın
Uzağımda unutuyorum
Tutuyorum tutukluluk zamanlarımı
Geriyorum bir ipi
Bir ileri bir geri
Sallıyorum boynundan astığım
Ruhumu…

Anam beni çağırıyor
Bulmasın gittiğim kuytu yeri
Saklayın hıçkıran sesimi
Örtülün yıldızsız geceler üzerime
Bu gece yakmayın fenerleri
Ve tutuşturmayın ağaç önündeki kulübemi
Yol bulmasın babamın gemileri
Kaybolsun varlığım
Hükümsüz kalsın arayışları
Bir ilan panosunda olmasın
Gülen vakitlerimdeki
Boynu bükük resmim
Beni bende bırakın
Koy verin uçsun artık
Ruhumu…

Anam beni çağırıyor
Babam unutmuş çoktan
Ya da silmiş defterinden
Yaktığım ilk cigaramdan beri
Küs zaten gönlü
Kızmadım darılmadım hiç ona
Bende aynını yapardım
Koysaydı sigarayı ağzına
Darılırdım elbet oğluma
Azaldım çoğalacakken
Tükettim dolduğum yeşillerimi
Ve kuruttum kitap arası ümitlerimi
Kurusun artık dünya
Yaşatmaya uğraşmayın n’olur
Yorgun düşmüş yaşlı
Ruhumu…

Anam beni çağırıyor diyorum ya
Adam sende…
Kime söylüyor kim duyuyor
Kim anlıyor paramparça olan
Ruhumu…

PEMBE İNCİ

İmreniyorum şu istiridyelere
Evlerini sırtlarına geçirmişler diye
Ve imreniyorum
Gözyaşları görünmüyor
Deniz diplerinde

Islak ve serin düşler görüyorlar
Derin uykularında
Bir güneş hayal ettiklerinde
Bırakıyorlar dalgalara kendilerini
Ve vuruyorlar karaya
Karalar kurutsa da içlerini

Bir avuç toprağım olsa elimde
Satar mı kabuklarını bana bir midye
Ummanda geçirdiği dakikalarının
Bir anını verir mi hayatımın karşılığında
İnsanlığı özler mi kabuklu yaratıklar
Hayallerini süsler mi benim gibi
Sahip olamayacağı başka hayatlar
Güldürür mü pembe incilerini…

HARAMİ AŞK

İçine çektiği
Zifir gecelerin korkusu
Koynuna aldığı mülteci
Kanda...
Tutmadığı besbelli
Bulanmayan miğde
Dönmeyen baş
Ve yolunda gitmeyen işin
Peşine düşen ayyaş

Büyüttüğün kâbusların
Ekmeğini bandığın akrebin zehri
Yalanında köleliğin
Sultanlara layık bir riyayla
Kollarını düşürür her savaş
Lekesi çıkmayan can
İsyana kaldırdığın
Boş kazan…

Hoşuna gider
Ne kadar günaha sarılsan
Kızıla çalar saçların gün batımında
Ha toprak ha turab
Ne desen üzerine örtülür ölüm
Sesinde bir peri güftesi
Her hayrın ertesi
Bir daha dolanır paçalarına
Semiren şeytan…

Soyun…
Soyun ve yıkan arsızlığından
Kırklar hamamı bu kurulan
Kuduran köpeklerden uzak
Tuzak şu aklını kemiren sorular
Terinde tuz teninde ruh
Kokla nergisleri kışın sabahından
Ve der kınalı gelin tellerinle
Yermeden çamuru dillerinde
Ve dahi vermeden ellerini
Günahkârın ellerine
Karın soğuğunda
O temiz renge boyan…

Düşen gözün mü dünyaya
Yoksa yaşın mı değer arşı alaya
İndirseler de bir kurşun sesiyle
Serçenin kanatlarına dayan
Yaşmağındaki el emeğin
Parmağının ucundan
Kanına kast eden
Ala boyalı ipek oyan…

Kertilen tüm beşikleri boz
Kaderin cilveli sesinde
Yak geceni günün ergen saatlerine
Öl ki cesedine dolsun er
Kör vakitlerin lal sevinçlerinde
Ölsün gönülsüz tüm bebeler
Ve kal yıkıldığın duvar dibinde
Bekle iki örüğünle gelinim
Yola çıkar karıncalar
Kurtarırlar canını
Az kaldı şafağına
Ah etme, dayan…

İSİMSİZ ÜMİTLER

Gül kurularının teri
Yağıyor…
Taze bebeklerin gülüşüne
Kırılıyor ince buzlar
Dökülen göz kapaklarında
Kilitleri kıran ayazlar
Çaresini ilacına değişen
Tüm yatalakların
Ayaklarına düşmüş kuşlar
Kurulan saatler durmuş
Sergenlere dizilmiş
Yaslar…
Çarşaf gibi serilmiş deniz
Üzerinde unutmuş kendini
Saten laci yıldızlı
Bir yorgan gibi
Gökyüzü…
Nöbete durmuş mehtap
Ateşin geleceği sabahlara
Saklamış yalnızları
Kısmet…
Varsa mutlaka
Yoksa asla…
Vuslata yol yürütemez
Çolak niyetler
Bütün saçlarını yol seherin
Tüm pişmanlıklarını as
Eğik askılıklara
Düşsün yinede
Kussun toprak ahlarını
Ve kırılsın hayata tutunan
Kısa tırnakların
El bebek gül bebek
Yanlarını yamalarla kapat
Yol yaralarının kabuklarını
Ve seğirt bir ufkun
İliştirilmiş umutlarına…

4 Şubat 2008 Pazartesi

DOKUNURDUNUZ

Benim hoş zamanlarımı tanırsınız
Satırlarımda mısralarımda
Keder de olsa bilirsiniz
Gülen bir yüz var karşınızda
Ve sıcak bir yürek atar
Mısralarımı bıraktığım avuçlarınızda

Sesimin tonunu duyarsınız
Sizli bizli zamanlarımda
Ve bir çift kara göz
Düşer bahtınızın sayfalarına
Yıldızlarınız üşür
Üç noktalı sonlarımda

Hıçkırıklarım çınlar
Uzak bir şehrin bahçe katında
Duyarsınız, umurunuzdadır
Gecenin o karanlığında
"Olmasın" dersiniz
Olmasın n’olur
Kahır yol bulmasın
Ve kararmasın bulutlarımız

Duyarsınız sesimi
İstesem bulursunuz bile izimi
İzinsiz hiçbir avluya çıkmadım
Korktuğunuz gardiyanlarım olmadı
Parmaklıklarım ne kadar sık olsa da
O kadar ummanlar koydum aralarına
Ben hiç esareti içime koymadım

Özgürdüm
Anamdan doğduğum günden beri
Büyüdüğüm o ceviz ağaçları kadar hür
Ve dut ağacının dalları kadar gür
Saçlarım vardı rüzgarda savrulan
Yatırları uyuttum bahçelerinde
Ecinnileri gömdüm geçmişime
Bir ecel vardı korkmadan beklediğim
Ve ben hep hürdüm

Gözyaşımı döktüğüm
Çok sevdiklerim oldu benim
En çok ölüm haberleriyle
Aldatıldığımı düşündüm
Salımdan tutmaya ettikleri yeminler
İnce uzun boynumda yafta oldu
Sallandırdım gülüşlerimi
Dar zamanlarımın ağaçlarında

Çatal çomak çocukluğum
Kadehte balık delikanlılığım
Ve hüzzam şarkılarım çok oldu
İstesem…
Ben istesem dokunurdunuz siz
Mısra aralarıma…

2 Şubat 2008 Cumartesi

GÖRMEDEN SENİ BİLEN

Kar tanelerinin o şekillerine sığan
Kaybolacağı besbelli güzelliklerinde
Yine de üşenilmeden nakkaşlarınca
Emek verdiği ak yüzlerinde
Saklısın…

Yahut biriken her damlasında yağmurun
Gözyaşlarının tuzunda hayatın anlamı
Gururun geride bırakışlarında acıları
Yangınlara faydasız serpintilerinde
Saklısın…

Saklandığın her atom isminle yön bulur
Çarpışmadan, karıştırmadan yolunu
Benim onları kafa kafaya vuruşturan
Senin yarattığınım ben, elimde olmadan
Akıllıyım…

Sözde kalan bir aklım var ya beynimde
İki lobun bir yerlerinde sinirlerimde
Et parçasının görünmeyen yerlerinde
İçine kullanmam için bana bıraktığın
Aklım…

Gözlerimin ışıltısına rağmen saklandığın
Göremediğim aklım gibi sana inandığım
Bir sen varsın kafamın derinlerinde
Kalbimin her vuruşunda ismini söyleyen
Aşkım…

Beni bilmeden beni bilenler dediklerinden
Ayrı gayrı durmaktan imtina ediyorum
Onlarla yaşayamıyor onların dışında
Bırakamıyorum bana verdiğin ismimi
İnsan…

Hatalarımı biliyorum eksikliklerimi de
Seni sevdiğim gibi sevildiğimi biliyorum
Ellerinde olgun bir başağın çiçeği gibiyim
Öğüteceğin zamanı sessizce bekleyeceğim
Un ufak et beni…

Yeniden verdiğin her şeklimi seveceğim…

UYKUYA ON KALA

Yabancı uykularımın muhacir huzuru sen mi geldin?
Hergece selam verdiğim yıldız neredesin?

Günlük’den Alıntı



Saatler yarın oldu diye sessizce haykırıyorlar gözlerime. Bir damla uyku var göz kapaklarımda. Onu da seni düşünmekten ve seni yazmaktan az sonra kaybedeceğim, besbelli.

Kışın soğuğuna inat, elimin ayağımın buz kesişine aldırmadan uzanıyor sağ elim kalemime. Mürekkep kokusunu seviyorum. Sana yazıp göndermeyeceğim kaçıncı mektup olacak bu içimde biriken. Sıcağını, tadını kaçıran uykularımın yerine yaban otu şenliği dolanıyor saçlarıma. Parmakların kayboluyor uzun saçlarımın aralarında. Uzayalı çok olmuş belki de.

Sen yıldızların derdiyle bu saatlerde yatak firarisi balkon meraklısı, ben kalemin esiri toprağa yakın sokağa sırtını dönen sen meraklısı.

Yarın olur ya hani olmaz sanılsa bile. Rutindir hani hayat dediğin. Uyanırsın –ki uyuyabilmişsen geceden eğer ya da son birkaç saat içinde sızıp kaybolmuşsan uykularda- giyinir hazırlanırsın işe gitmek için. En son ayakkabıların olur hani. Kim bilir kimse uyanmaz belki de sen giderken. Bil ki bir yerlerde şimdi hazırlanıyordur, şimdi çıkıyordur birazdan burada olur diyen biri var hayatının bir yerlerinde. Kıymeti olur mu olmaz mı bilemem. Ama gelişinle yüzünde baharlar büyüyen gidişinle vakitsiz kışlara yürüyen.

Kaybolur gözlerinin feri yokluğuna mecbur zamanlarımın. Bir boşluk doldurur içimi. Ne senli ne sensiz bir yer açılır gönlümde dolmaz ama boş da kalmaz.

Nasıl isterdim muhacir bir huzur bile olsam hayatının bir gecesinde olabilmeyi. Ne kadar şanslıdır o beyaz kolalı yakalı gömlekler üzerindeki t-shirtler. Bu kadar sarıp sarmalarlarken seni ısıtmalılar. Hiç değilse bu kadar yakın olamayacakların hatırına.

Gün başlar birkaç saat sonra. Sonra vakit yürür kimse durduramaz. Akşam olur. Planlarız günleri geceleri. Hiçbir plan bize uymaz. Uyanlar bizim olmaz. Birileri bir yerlerde ama bizden öte şanslarını tepelerler durmadan. Şans, talih, kader, kısmet çekeriz hayali bir tavşanın tezgâhından. Adın yazılmaz. Ayrılıklar, hep seviyor diye yetmeyen sevinçlerle avutulur. Avunur yalnızlığım, gözlerim ağlamaz ama boynum bükük kalır yok zamanlarında. Zaman en onmaz yaram. Bilmediğim her lisana inat gülümserim gözlerine. Anlarsın içimdeki aşkı. Gün aydın olur buluşmamıza vesile. Bir kıskançlık damarı tutar bağlayıverir yollarımızı.

Yorgunum biliyorsun. Sen her gece selam verdiğin yıldızın altında yummuşsundur çoktan gözlerini. Bense kayıp bir yıldızı bulmanın derdiyle hala gecenin içindeyim. Selam vermenin yasak olduğu tek coğrafya da sessizce yutkunuyorum sesimi. Kalbimde biriken tüm sevgiyi gönderiyorum yanına. Bilmediğim bir hanenin uykucusunun sağ koluna bırakacağım birazdan yorgun başımı. Saçlarım dağılacak yine. Ne yokluk, ne yalnızlık, ne uzaklık ve imkânsızlık… Hiç biri içime dolan huzurunu ve aşkını yaşamaya mani olamayacak.

1 Şubat 2008 Cuma

SAKINCALI MARTI

Bitti dedi önde uçan
Akıllı martı
Bitti bütün sorunlar
Şimdi toplanmalıyız
Ve bir karar almalıyız
Gözlerimizdeki sürmelerin
Her biri aynı olmalı
Ve kanatlarımızda
Tek bir siyah telek
Bulunmamalı…

Aptallığını kabulle
Öylesine düşünürken
Bilemedi aklı yitik martı
Sesinin duyulduğunu
Söylendi kendi kendine
Mesele uçmaksa
Ve yarıyorsa her telek işime
Siyah olsa ne beyaz olsa ne

Duydu dalkavuk martı bunu
Yetişti önde uçanın yanına
En arkadan gelen
Karası çok akı az telekli
Konuşuyor ileri geri
Ne yapalım bize bir akıl
Diye yetiştirdi duyduklarını

Güneşli gün karardı birden
Dönün dedi o dönmeden
Aynı anda binin tepesine
Bakın icabına ne gerekse
Çullandılar gelenin üstüne
Bakmadan kendi renklerine
Düştü serin sulara
Çıkıp katılmadı aralarına

Akıllı martı önde
Yeniden buyurdu
Sade sürme olacak
Gözlerimizde
Madem ki liderim
O halde bu sürü benim
Tek damla leke bulursam
Tepesine binerim

En arkaya düşen iki martı
Bakıştılar birbirlerine
Biri dedi yıka yüzünü
Öbürü dedi oy gözünü
Yetiştirdi dalkavuk yeniden
Dönüldü geriye
Sürü bindi sürmesi çokların
Tepesine…

Dönüp ilerledi martılar
Eksildi oyun bozanlar
Sürü ilerledi
Lider işini bilirdi
Dalkavuklar her zaman
Daha çok yem yerdi…