15 Ekim 2008 Çarşamba

HEZEYAN

Arsız gecenin çarpık bacaklı yıldızı
Yırtmışsa yüzümün arını
Ve şırasına uzak salkımlar
Razı olmuşlarsa gelen kışla
Dalında kurumaya…
Birsem, varsam
Yaşıyorsam sol yanında
Topuk tıkırtısı ezdikçe ses veren
Yollar çıkıyorsa uluorta yoluna
Fallarda yoksulluğum
Düşlerde felaketim.
Yetimsem
Düşmüşken nefes nefese
Yine de erinmezsem
Hayatın ipini doluyorsam parmaklarıma
Arınıyorsam zehrimden
Kir nasıl birikirse alnının yazısına
Öğlede silinirsin bilesin
Bilmek çoğu zaman
İşine gelmese bile
Bile bile
Öyle de böyle de
Bir şairin saklı bir mısraında
Gizlenirsin istemesen de…

2 Ağustos 2008 Cumartesi

&&&&&

Ne kadar kızgınım şu an anlatamam. Iki satır nesre dolanan parmaklarımın o ana sütü kadar sıcak ılık rayihası gitmeden kağıda nakşedememenin ıstırabını yaşıyorum yeniden. Yazmanın en kötü yanı da bu işte. Gönlünün onca emeği aklının ve beceriksiz parmaklarının acziyeti yüzünden kaybolup gidiyor ya, buna dayanamıyorum işte. Oysa neler neler anlatmıştım ilk ağızdan. Bir ton sitemle başlamayacaktı bu yazı mesela.

Bütün bir gece içimde büyüyen ismini "hür"ce haykırmak için kendimi gri bir ormanın orta yerine götürüp bıraktım. Bütün orman ismini haykırırken etrafımda tavaf etti beni. Çığlıklarıma karışan ismin ağaçların perdedarlığında saklandı bütün alemden. Bir ben vardım, bir de Mevlam. Mevlam… Sesime çığlıklarıma, haykırışlarıma en çok o alışık değil mi? Bana hiç kıyamayan yegane sevgili.

Bu kadar açık ve hiç çekinmeden içimde patlayan her sesi anlatmaya korkmamak... Yerimde kim olsa eminim onu korkuturdu. Şımarmak kıymet bilmemek. Umursanacak şeyler mi bunlar? Belki bu kadar gailesiz görmeseler beni, belki biraz daha insana benzetseler mevcutiyetimi gözlerinde umursamayı düşünebilirdim bende. Evet, umursayamıyorum. Nedenini sen de biliyorsun. Olsa olsa en kötüsünden yeniden yalnız kalmaz mıyım? Aldatılmak, insanın başına sıkca geldiğinde çok anlam ifade etmiyor artık. Sürmenaj oluyor gönül. Ilgilendirmiyor çok fazla onu artık. Geçmeyecek hangi acı varki. Canı sağolsun deyip dönüp gitmemiş insan mıyım ben.

Uykularımı yitirdim adının kazındığı güzel sözlerinin hayata döndürdüğü kalbimde. Yatıyor ama uyuyamıyorum. Saatlerce konuşuyorum hayalinle. Cevap verdiğin oluyor vermediğin oluyor. Kalkıp bir sigara içiyorum yeniden ve döndüğümde git diyorum sana. Seni gönderince annemin öğrettiği çocukluk uykularımın duasını
okuyorum ve dua ediyorum "Uyut beni artık Allahım lütfen" diyorum. Ancak o ara gözlerim kapanıyor kendiliğinden. nasıl uyuyakaldığımı hatırlamıyorum. Burada olma ihtimalinle kimseler uyanmadan sabah erkenden yeniden gözlerimi açıyorum sabaha. Herkes uyuyor oluyor. Ama kısıtlı yakaladığım bu hürriyet anımda sen buralarda olmuyorsun. Işlerin var elbet ve şikayetim yok. Özlemeye alıştırıyorsun hiç
düşünmeden.

Alışmak zor mudur sanıyorsun. Kendime alıştığım onca seneden sonra herşeye alışmaya muktedir olduğumu düşünüyorum. Değil mi ki kendime alışmayı başarmışım. Gülünç gelirdi bu cümle başka biri okumuş olsaydı. Ama senin güldüğünü sanmıyorum. Beklediğim o muhteşem haberi uçurtmamın arkasına kuyruk diye taktım. kopmadan güzel haberlerimi görünmeyen canlıların dillerinden duyup getirecek. Bir sabah bu şehrin uzağında uyanmayı diliyorum. Küstüm yastığında değil, kendi yastığımda. Tek kişilik bir hayalin kurgusal mutluluğu bile yeniden hayata bağlıyor sanki beni. Elimden kitap düşmüyor. Heyecanımı, özlemimi, açlığımı, susuzluğumu ancak sayfaların arasında geçiştirebiliyorum. Lamia olasım geliyor bir meriç’in suyuna karışıp akmak için. Olamıyor olmam bunaltmıyor. Gelen günlerimizi kutsasın Allah diye dua ediyorum. Güzel şeyler gelsin tüm insanların ve Allahın tüm kullarının başına. Mutlu iklimler hüküm sürsün yeryüzünde. "Aşkolsun komşu" diye selamlaşsın ahbaplar. Kuşlar kanatlarını sevdayla rüzgarda dolaştırsın. Tarla kuşları beklesin tarlaların başını. Börtü böceğe bile şenlikler sunsun hayat.

8 Nisan 2008 Salı

5 Nisan 2008 Cumartesi

OLDİES BUT GOLDİES PARTY

Anlamakta zorluk çekiyorum. Oysa son derece anlamaya iştiyaklı bir yaratılışım vardır. Evet yazık ki anlamaya uğraştıkça imkansızlaşan bir kaosun derinlerinde kıvranıyorum bu meselede.

Her millet kendi asaletiyle hayatını sürdürür. Her milletten üstün görmek ister kendini. Hep bir numaradır kendi dar çerçevesinde. Hayatlarına bakarım milletlerin fertlerinin. Benim hayatımdan daha iyi yaşadıkları konular varken daha fazlasının tadını çıkardığım yanları görürüm. Sonra aralarındaki kavgalara bakarım uzaktan. Zira yakından bakabilecek kadar yakın değilim. Kendimi bildim bileli süren savaşlar gördüm. Kendi iç savaşlarımızın dışında.

İsrail-Filistin savaşı başlayalı kaç yıl oldu hatırlayan var mı? İsrail bir parmak dokunuşuyla kırdıkça Filistin halkını yağmur bereketi gibi yeni bebekler doğup büyüyüp elleri sapan tutar oluyorlar çarçabuk. Analarının babalarının büyüdüğü gibi büyüyorlar. Ellerinde sapan, hangi dakika öleceklerinden habersiz, kelle koltukta bir hayat bekliyor daha doğdukları anda.

Bugün canımı acıttı aklıevvel bir efendi. Elbet beni bilenin benden bekleyeceği o kibar üslupla aldı hazin cevabı kulaklarına küpe etti inşallah.

Efendinin konuyla ilgili yorumu bire bir şuydu: “Vallahi bir şey söyleyeyim ben, bu Filistin İsrail meselesinde İsrail’i haklı buluyorum. Topraklarını İsrail’e para ile sattılar. Bilmem kaç yüz milyon tanesi bir araya gelip üç milyonun hakkından gelemiyorlar.

Soruyorum arkadaşlar. Hanginizin hükümet politikasıyla ilgili halk olarak birebir sözü nazı geçiyor. Ne kadar zam verirlerse ona rıza etmiyor musunuz? Ne yiyeceğinize, ne giyeceğinize varana kadar hükümet efendi karar vermiyor mu? Siz de çok canınız sıkılırsa bir iki güven parkta yahut Abdi ipekçi parkından meclisin yoluna doğru yürümüyor musunuz en fazla. Kim dinliyor peki sizi? Rahmetli* Süleyman Bey’in lafını bilmeyen var mı yeni neslin dışında : “Yollar yürümekle aşınmaz”. Kime sorsanız hükümete oy veren başkaları. Peki, oy verenlerin tepesini attıracak kadar ortalığı gerenler kimler. Bangır bangır meydanlarda toplanıp sloganlar atıp ya bizim gibi olacaksınız ya hiç var olmayacaksınız meydan okumalarıyla. Mazlum gibi görünmesini sağlayıp başımıza getiren muhalefet yanlıları şimdi niye bir şeyden haberleri yokmuş gibi sersem sepelek siyaset yapmaya uğraşıyorlar hala…

Bugün Filistin meselesine bu minvalde bakan sözde okumuş mürekkep yalamış memleketimin aydını geçinen “oldies but goldies party”lere katılan sonradan olma burjuvalar çıktıkları kabukları beğenmez hallerinden vazgeçip gözlerini açarlar mı bir gün acaba?

Ortadaki satıştan Filistin halkının payına düşen sorumluluk bütün bir sorumluluğun yüzde kaçıdır acaba? Hükümetleri de sorumlu görmüyorum artık. Zira hükümetler değişiyor ama yazık ki benim ülkemdeki kokuşma ve bozulma bir türlü düzelmiyor. Bir sorumlusu olmalı bu gidişin mutlaka. Ülkeye tepeden bakanlar aşağıda yürüyen küçük insanlara “aptallar size müstahak” bakışları atmaya devam ediyorlar yazık ki. Halk her sorunda kendini sorumlu hissediyor. Aşağılık mahlûklarmış gibi ezik, çaresiz işsizliği, enflasyonu siyasi skandalları, hortumlamaları bile kendi hatasıymış gibi sinesine çekmeye mecbur oluyor. “Biz adam olmayız” diye düşünmeye alıştırılalı uzun zaman oldu.

Topraklarımız bir silahlı saldırıyla ellerimizden alınmıyor tersine gözlerimizin içine bakıla bakıla parsellenip hediye ediliyor yabancılara. İşin sonu nereye varacak peki. Bugün hak etti denilen Filistin halkı yalın ayak, başıkabak mücadele veriyorken topa tüfeğe karşı sapanla, yarın aynını biz yaşamayacak mıyız Fırat havzasında sanıyorsunuz. Kutsal topraklar diye gördükleri sınırların bir ucunun bize dokunduğunu bilmiyor musunuz?

Bugüne dönüyorum şimdi. Suni gündemlerle ottan betten meselelerle haber bültenleri çok büyük meseleler varmış gibi doldurulurken meselelerin konuşulması gereken kısımları ört bas ediliyor sürekli. Buzdağının altındaki kısım çok büyük. Ekonomik politikası bile olduğuna inancımın kalmadığı bir memleket burası. Hangi kurulu sistem işliyor eğitim sistemimi, sağlık mı, adalet mi hangisi? Ben size söyleyeyim amelelik eden halk eşek gibi çalışmaya devam ediyor ama hiçbir politikası olmayan hükümetlerin biri gidip biri geliyor başımıza. Provokatör Türkiye düşmanları için bulunmaz bir zemin. Derin devlet denilen yapılanma kendi arasında memleket kurtarıyor veya belki de batırıyor bilen yok.

Her dönemde görevinin başında durduğunu bildiğimiz tek bir yapılanma kalıyor işleyişin sorumluluğu ile ilgili elimizde. Türk bürokrasisi. Yani, hangi hükümet gelirse gelsin başbakana mihmandarlık eden hukukçular, ekonomistler yahut başka sözde memurlar. Memleketi yönetenleri yönetenlerden bahsediyorum. Her satış anlaşmasını yetkilinin önüne hazırlayıp koyanlar. Her sayfasını tek tek okuyup neye imza attırdığını bilen o insanlar.

Filistin’den sorumlu olan bürokrasinin kardeşi olan Türk bürokrasisi…

3 Nisan 2008 Perşembe

CANIN İSTERSE DOĞ GÜNEŞ, İSTEMEZSE...

Nasıl olur gülümsemeden uyanırım doğan bir güne. Hayat içimde uyanırken ve doğum sancılarını hissettirmezken gün. Dönmekten bıkıp usanmayan bir dünyada, dönencesinin uzağında korunaklı düşüncelerimdeyim yine. Aynı masada oturduğumu mu düşünüyorsunuz her sabah uyandığımda. Yanılıyorsunuz. Bu masanın üzerinde görünmeyen bir dolu dünya biriktiriyorum sayfa sayfa görünmez kâğıt balyalarında. Yer kaplamıyorlar, huzur kaçırmıyorlar. Fırtınalı olanları her karşıma çıkışında balyanın altına atıyorum uzunca bir zaman daha görünmesinler gözlerime diyerek. Gülen yahut aşkı getiren her ne kadar hikâye varsa onların içerisindeyim. Yeniden yeniden satırlarında kayboluyorum.

Sabaha kadar uykuyu uyuttum koynumda, gecenin sessizliğinde. Son baktığımda saat dörde yine çeyrek vardı. Aklımın derinlerinde aptal bir oyunun içine düştüğüm o kâbus. Biri imtihan ediyor öbürünü, öbürü dediğim yakınımda duruyor. İmtihan konusu benim. Sabrımın sınırlarını zorluyor fütursuzca, biri dediğim. Öbürü olan yapılanı göremeyecek kadar zil, sarhoş âşık birine belli ki. Olaylara bulunduğum yerden bakamayacak kadar kendini kaybediyor. Susmam gerektiğini düşünüyor her nedense ve bunun talimatını veriyor durup durup. Hiç tanımamış beni diye düşünüyorum. Ne zaman şahsıma bir saldırı olmuş da susmuşum ki acep diyorum. Açıyorum bayramlık ağzımı göz yummadan. Zira biri olana öbürü dediğim öyle bir tutulmuş ki, ne hissetiğimi ve nasıl aşağılandığımı her şey bir yana, bana ne yaptığını zerrece umursamıyor ve birine söyleyeceğin her şeyin muhatabı ben olayım diyerek atıyor kendini gayya kuyusuna. O dakika açılıyor gözlerim. Aşk hala var bu dünyada ve hala yaşıyor birileri bu duyguyu demek diyerek.

Önlerinde eğiliyorum. Böylesi sevenler görmek bile umut verici. Puzzle’cı âşıkların hanesine bir artı daha koyuyorum. Ve geldiğim oyunlar hanesine de bir artı.

İçimdeki yaşlı kadın konuşuyor “e be evladım, madem bu kadar seviyorsunuz birbirinizi, ille birilerini inciterek mi anlayacaksınız birbirinize duyduğunuz aşkı” diye homurdanıyor. Aklıselim tarafım “kırılma, hanım teyze” diyor “ devir böyle… Senin yaşına geldiklerinde onlarda senin kadar rahat konuşabilir hale gelecekler kendileriyle ve başkalarını aracı etmeden duygularını tartabilecekler nasılsa. Şimdilik bu kadarı geliyor ellerinden, kusur sayma.” “iyi de…” diyor ihtiyar kadın “bu garibimin suçu ne idi? Biri hakaret noktasına getirdi, öbürü yarabbi şükür diyeceksin diye diretti”. Aklıselim: “Allah bu garibi ne zaman başka türlüsüyle karşılaştırdı ki hanım teyze? Bunu da kaldırır bunun da ceremesini çeker üzülme. Yılları boşuna mı yaşadı. Bakma sen onun böyle inceden dokunduğuna kelimelere. Taşlaştırdılar çoktan onun yüreğini. Hakları kaldı her zulmedende. Bir gün alacağını biliyor ya. Huzurludur yinede. Seyret bak, geriye dönüp bakmayacak bile yine yürüdüğü yolda. Ve tek damla gözyaşını ziyan etmeyecek kıymetini ayaklar altına atanlara. Son demişti ya daha başında. Ben asıl ona seviniyorum. Bir dahası olmayacak bu dünya aldatmacasının inşaallah. Yağmurlu günde bir yudum su isteseler vermeyecek kadar üzdüler ya nasılsa. Böylesi daha iyi şimdi ona. Bırak gitme sende üzerine. Dinlensin. İşlerine güçlerine bakacak ve mutlaka susacak içinde kalan acıyı. Yolcu ettikleri düşünsünler bundan sonrasında. Helallik vermediğini ve hakkı kaldığını. Kendisi gibi zannetmeyecek bundan sonrasında hiç değilse karşısına çıkanları.”

Neyine ağlayayım ölen günün arkasından bu adı karalanan şehirde. Sen ağla Ankara, ben senin seyrindeyim. Ne o, güneş mi döndü sırtını. Döner gelir nasılsa… Ağlayacaksan ağla ama takma sende kafana. Bırak. Canı isterse doğsun, istemezse…

1 Nisan 2008 Salı

KAL DEME ARTIK

Uzun siyah saçlarını başının üzerinde bir lastikle hapsedip, pencereden dışarıyı seyreden kadın “Ayrılıklar ölüm kokar” diye geçirdi aklından. Sonra neden’ini niçin’ini ve yaşadığı acıları sardı cümlelerine. Oysa sokakta bahar vardı. Evet, biraz sulu gözdü bu ara ama değil mi ki ağaçlar çiçek açmışlardı. Azıcık daha sabrı sarmalıydı bileklerine ve sürümeliydi umudu kendine.

Görmezden geldi diye düşünecekken, göremeyecek kadar gözü kararmış olabilir diye düşündüm. Demek bu kadar büyük bir acı birikmişti bakışlarının karanlıklarında. Oysa bahar geliyordu. Yaz, elini kulağına koyacaktı. Sözü vardı gelecek günlerin, yeni aşklarla gelecek bambaşka ve kocaman mutluluklara. Eteklerine bulaşan kederlere rağmen, elimizdeki tüm mutlulukları küçücükmüş gibi görmeye mi memurduk yoksa.

Ayrılıklar ölüm kokar… Hayır, güzel kadın… Öyle zannediyoruz, öyle gibi geliyor bize. Oysa zaman geçtikçe anlıyorsun ki ayrılıklar bile rahmet getiriyor ve yağmur sonrası duyduğun o ozon kokusu kadar huzur bırakıyor kalbine. İçindeki aşklar aynı büyüklükte ve coşkuyla yaşansın ve kirlenmesin diye ayrılıklarla ayrılıyor yollar çok zaman.

Ayrılıklar çok zaman hayata mutluluk getiriyor…

Kangren olmuş yahut olmaya yüz tutmuş, ar perdesi yırtılmış saygısızlıkların arasında, heba olmasındansa büyüttüğümüz sevgiler, kaldığı kadarına sahip çıkıp yaşattığı acılara göğüs germek lazım belki de. Dünyaya açtığımız geniş gönül kapılarımız var bizim. Her sevmeyi bilen, gelip girebilsin diye. Ama ruhumuzun dinginliklerine asla göz dikmemeliler. İncitmediğimizi görüp incitmemeliler. Sonuna kadar açık olduğunu söylediğim kapıları girenler çıkmasınlar diye bile kapatmadım ki asla. Gelmek fikri kadar, gitmek fikirlerinde de hürler. İstediklerinde gidebilmeliler. Gönlüm kimsenin esaret yeri olmayacak ve hiç leş bulamayacaklar ben öldüğümde kalbimde. Gönülsüzlük diyorum ya hani. İşte bu o.

Düşün kahve gözlü kadın. İyi düşün. Yemyeşil bir bahçen var. Çitlerine hanımelleri tutunmuş misler gibi kokularıyla sarı beyaz, çimenlerinde papatyalar, kayısı ağacını kucaklayıp boylu boyunca göğe çıkmaya heves eden sarmaşıklar ve menekşeler daha kim bilir neler… Bahçe kapısını açmışsın, dostların, sevdiğin mahalleli çocuklar konuğun olmuş. Mutlusun iyi ki varlar diyorsun. Gün boyu gülüşler, sevinçler. Akşam olduğunda gitme zamanı diyor akşam ezanı. Gitmeyin demek mümkün mü? Gündüzün şen bahçesi, gecenin kabristan işkencesi mi olmalı ille de. Bu mu sevmek ya bu mu aşk…

Her giden, mutlu olduğu yere yeniden dönecektir güzel kadın. Ümidini kaybetmemek bir yana, emin olmalısın. Ve mutlu olduğun yerlerin kıymetlerini bilmelisin. Her şeyden önce her birlikteliğin olduğu gibi her ayrılığın da bir sır sakladığını görmelisin. Gencecik bir gelincik gibi gelenleri beklerken pencerenden, hanenin içindekilerinin de seni sevdiğini ve seninle olmaktan duydukları büyük mutlulukları fark etmelisin. Benim kadar yaşlı bir kadın olmadan önce, nice sevdalar gelip geçecek hanenden. Kimi kıymetini bilmeyecek, kiminin kıymetini belki sen anlamayacaksın. Ama bir yazgı olacak alnının çatında mutlaka onu harfiyen yaşayacaksın. Aradığın bir aşk tarifi olacak aklında kalbinde, anlatmaya uğraşacaksın. Önemsemeyecekler bile. Ezdiklerini bile fark edemeyecekler yaşattıklarıyla. Hâsılı genç kadın, öyle ya da böyle yaşayacaksın bu bahçede. İyisi mi "aldım verdim ben seni yendim" de ve bırak giden gitsin. Birileriyle birlikteyken değil, sen her sabah gülümseyerek uyanan o şen halinde zaten her zaman güzelsin.

Bahçenden gelen kahve kokusu, gözlerinden mi? Pekâlâ… Şekerli bir muhabbet olsun benimki ve hiçbir zaman dert görmesin gencecik beyaz ellerin.


*********

"Ayrılıklar ölüm kokar…" / Ayşegül Tezcan, 01.04.2008 Edebiyat Defteri, Aynı adlı nesri

27 Mart 2008 Perşembe

SON YAZGI

Sakın dedi doğan gün, sakın dönüp gecenin yıldızlarını arama üzerimde. Yangınım öyle büyük ve ziyam öylesi parlak ki kaybolmadılar üzülme ama arama da. Görünmemeliler ben buradayken. Gün uykusuna yatırdım onları ışığımın gerisinde. Göremeyeceksin gün boyu. Bekle ama ağlama arkalarından.

Kadın elinde kırık bir kayısı fidanı, çekilip giden rüzgârın arkasından yara sarmaya başlamış çoktan. Bahara dikilen fidanların en zor zamanlarında bir kadının elleri. Tutar mı tutmaz mı yeniden, aşılar gibi bağladı eteğinden kopardığı o çaputla. Çolak bir dal kaldı fırtınanın arkasından. Kadın içinden bir şeyler fısıldadı. En son düğümü attığında öptü al dudaklarıyla uzanıp. İçi acırken, gücünden tek damla kaybetmedi.

Elinde sapan yeşillenen bahçelerin aralarından seğirtti oğlan. Önüne çıkan ceviz ağacının gölgesine pusu kurdu. Yukarıdaki dalların birinde bir serçe öyle sessizce, başına gelecekten habersiz dinliyordu baharı. Rüzgâr gitmiş, güneş vurmuştu ensesine. Ve üşümemek ne güzel di. Çekilen sapanın ucunda bilye kadarcık taş vuruluverdi serçenin bakışlarına. Öyle bir öpüştü ki, düştü durduğu daldan yere. O an bitti her şey. Hayat bitti. Yaşamak bir öpüşle sona ermekti.

Sohbetin en koyu yerinde aynı anda deli eden bir suskunluk oldu. Vakit erken ve hiçbir sıkıntı yokken sessizliği yırttı suskunlukları. Çığlık atar gibiydi susuşları. Bakakaldılar öylece. Uzak bir yerlerde bir kız çocuğu ilk nefesini almıştı belki de. Bir genç kadın son nefesini miras bırakıp doğan güzel kızına, cennetin yoluna koyulmuştu çoktan.

Bütün yaşam ölüm arası çizgilerin anlamsız virgüllü kısımlarında gevezelikler hüküm sürdü. Vakit gün olmuş, gece olmuş aldırmadan. İzlemek güzeldi gelen baharları izin verdiğince ve uzağımda. Yaramaz bir velet gibi vurup indirip dalından, içini dışına çıkartmayı marifet sayan didiklemeye memur ruhlar, arsız huylarıyla öttürdüler borularını. Çokbilmiş delilikleriyle yaşarlarken deli gibi huzursuzluklarını ektiler sağa sola. Ve bir baharda kök salıp büyüdü tüm kibirleri.

Şımarık ve arsız tüm kirazlar kurusun dalında diye geçirdim içimden. Kendi köküne bakamayacak kadar büyüyen kibirleriyle başını gökyüzüne çevirmişlerken. Değil mi ki gevrek olur dalları ve toplamaya çıkan tüm taze gelinleri düşürüp gönderirler toprağın diplerine. Kolum kadar kalın dallarına güvenmem ve gücenecek hal bulamam kendimde kiraza meftun dudakları.

Başımı alıp gittiğim o ceviz ağacındayım. Uğramayın ve arayıp sormayın beni. Gölgesinde tek başıma, sakin, kimseye bulaşmadan, uzak ama huzurlu bir hayat yaşarım. Kendime yazdığım tüm yazgıları okudunuz bilirim. Alışkanlıklar zor bırakılıyor en iyi ben bilirim. Ağaçlara kıyamayıp kâğıda yazamayacak kadar seven bir kadının kendine yazdığı son yazgısı niyetine okuyun, şu düşen cemreyi. Dönüp bakmayın bir daha geriye. Ağlamayın, unutmak hiç zor değil unutmayın.

26 Mart 2008 Çarşamba

...

...................
...................
Bir enfes gül
Bir nefes gül yaprağısın
...................
...................

24 Mart 2008 Pazartesi

ÇIK GEL

Saklanma şu gümüş çerçevenin ardına
Çık gel artık bir sabah erkenden
Yine sen koy demliği ocağa
Sonra sokul koynuma
Yalnız uyuduğum yatağımda
Razı olma,
Bir başıma uyanmama

Öpme uyanırken, canın sağ olsun
Sarılma yeniden
Bunca zamandan sonra
Beklemem belki istesem de
Benzi sarı bir gün doğsun
Penceremden
Bir oğlu bir kızı olsun
Vakit öğlene erince
Tutsun elinden ağlayan bulutun
Ve sus desin vakitsiz gök gürültüsüne

El ettim geçen zamana
Ve göz koydum sendeki anıma
Söz verdim karanlığıma
Bir daha anneciğini
Senin yanında ağlatmamaya
Tutacağım çakı bıçağımla
Sivrilttiğim o zampara dilimi
Üzmeyecek artık yemin olsun
Üzdürmeyeceğim seni bir daha…

23 Mart 2008 Pazar

PİŞMANLIK

Ne yaptım ben kendime böyle
Ergen zamanımda bulamadım
Şimdiki aklımı
Devşirme bir aptal akılla
Gelin gittim Adapazarı’na
Neydiyse derdim
Çeyizimle gittim
Oğlumu teslim ettim
Kendi elimle
Hâlbuki bendim onun için
Bıçağa razı olan
Ve bendim atlıkarıncaya
Dönerken atlayan

Kenarı dantelli pulum şimdi
Nereye gideceği meçhul
Vardığında ziyanı sebil
Saklayan bir küçük kız
Olur mu olmaz mı
Belli bile değil
Kaç para benim ederim
Tek başıma ne yer ne içerim
Nerelere giderim

Ben atlayınca durdurun
Atlıkarıncayı
Sakın vurmayın n'olur
Oğlumun yılkı atını
Değil mi ki ağlıyor
Gözünden düşen tek damlayla
Boğun beni yeniden
Anama selam edin
Sızlamasın rahmi
Ve tutmasın geçen sancısı
Babamı da kaldırmayın
Yatıp uyuduğu son yerinden…

GÖNÜL KOYMA

Düşmedim say geceden sabaha
Koynundan yıldızın parlağına
Ve sarılmadım yeniden yalnızlığa
Serildiğin pazarlıklarda
Dinle kuşların kanatlarına
Yakıştırdığım güzü
Süzgün durma
Hele de bundan sonra
Sakın ağlama

Aynada duran o yüz benim
Gözlerindeki de
Sade yanında değilim
Uzak bir yol koydum aramıza
Çıkma bir gece yola
Heves etme yeniden yanıma
Üzülme
Hele de hiç yeltenme
Ezilen ruhuma yalvarmaya

Bir zamandı geçti de
Adım geçtiğinde eski karım de
Bir yaprak sarardı oynaya güle
Yaprak olasım gelirdi
Diyerek hatırla beni sevdiğini
Kırılma
Hele de gönül koyma
Bıraktığımda yadıma

22 Mart 2008 Cumartesi

UZAĞINDA

Düşün ki bir zaman ne çok
Sevmişim seni
Öyle olmasa ya yatar mıydım
Bıçak altına düşünmeden
Kovanda oğul
Yüzü senin yüzün
Huyu biraz huysuz
Benim gibi

Bil ki geçen zaman değil
Bitene sebep
Yazık ki sensin, istemesen de
Kırgın bile değilim
Geçeli çok oldu
Gönülsüzlük mertebesinden
Omuzlarımda yılların yükü
Yapıştırdığın apoletlerim
Birde gözlerimin ardında sakladığım
Yalnızlıklarım

Sus ki artık söylenecek söz yok
Ki çok konuştuk bu mevzuyu
Vazgeçtim sanma ama
Anladım ki olmayacak daha fazla
Kalırsam ellerimle
Dağıtacağım gönlümü
Gül bahçelerini
Tarumar edip
Öleceğim

Hâlbuki gidersem biliyorum ki
Hatıramda güzel günler
Seni sevmeyi sürdüreceğim
Ve bir masal gibi anlatacağım
Yaşanılan her anımı
Uzaklara düşse de yollarım
Belki de yeniden
Çocuk gibi güleceğim…

21 Mart 2008 Cuma

YÜRÜYORUM

Yürüyorum
Sarhoş ayaklarım sığınmış kabına
Yalpa yapa yapa
Düz bir çizgi tutturayım diyorum
Olmuyor
Türkü dolanıyor ıslığıma
Onu tutturuyorum

Başımda kasket ağzımda cigaram
Boş sokakların kopuğuyum
Benim buralar…
Benden sorun gecelerini
Ve unutun korkuyu
Bir siviller, bir de hırsızlar
Saat kaçta geçeceğimi iyi bilirler

Sokak lambasının altında karşılaşıyorum
Soluk ve sırtı eğik gölgemle
Selamlaşıyorum
“Merhabalar Mazhar Bey”
Gülüyor yıldızlar halime
Kendi halimde eğleniyorum

Kilo mu vermişim ne yine
Paltom eskisi gibi sarılmıyor
Aramız açık belki de
Bu aralar eskisi gibi ısıtmıyor

Karanlık…
Sevdiğim kadınların hayallerini
Bir bir getiriyor aklıma
İçtiğim tüm içkiler
Boşa gidiyor

Hani köylük yerdeki Hanife
Üç çocuğu büyüttü bile
Ya ilk karım
Kim bilir artık kimin derdinde
Bir ben miyim geceye müptela
Bir ben miyim hayata feda

Canım yanıyor soğukta
Dalgasını geçiyor yalnızlık
İlle sokağımın başında bekliyor
Utanmıyor her gece her gece
Başka adam bulamamış
Bayılıyor koluma girip
Benimle evime gelmeye

Pek meraklı kokoş cadı
Yırttığım entarisiyle
Gelişimi beklemeye…

UÇKUR

Adam mısın sen be
Öyle medeniyetin göbeğinde
Kendince efelenmekle
Adam olunacaksa
Yahut dayılık taslanmak
Yetecekse rüştünü ispata
Neyine gerek dizini nasır eder
Adam gibi adam bilinenler

Kahrını çekmeden bu toprağın
Ve yanmadan güneşinde
Copunun tadına ermedikçe
Ve görmedikçe on sene de bir
Erken doğum ihtilal
Elin gavur memleketinin
Verdiği cesaretle
Dönüp utanıyorum diyor ya
Neymiş efendim neymiş
Tiksiniyormuş milliyetinden

Fesubhanallah…

Anneciğinde utanır mıydı?
Bilseydi bu hale geleceğini
Ya da zahmet edip çözer miydi?
Babacığın uçkurunun ipini…

20 Mart 2008 Perşembe

SARHOŞ SANDALYE

Bu gece

Yıldızları söktüm yerlerinden

Siz görmediniz, uyuyordunuz

Uyandığınızda

Ağlamış bulacaksınız

Sokaklar ıslak, ağaçlar ıslak

Gözlerimse yine kurak

Zira geç kalan bir gecede

Yastığım onları kurutacak...


İyi uykularınız olsun

Sona kalan tek müşteriyim

Ben de kalkıp gideyim

Toplasın bir emektar

Arkamda kalan

Sarhoş sandalyemi

Bu Rabbinden haberli

Salaş meyhanede…

AKILLI ABDAL

İki keçinin vuruşması inatlaşmasıydı sanki bir zamanki kavgamız. Oysa kavga etmeyi hiç sevmem. Hele de üzmekten çok korkarım birilerini. İçim bin tane sebep bulurken olmazlara ve tokat gibi sıralarken, sus diyor aklım. Kalbimdeki sesi susturuyor hiç insaf etmeden.

Şimdi kendimle baş başayım. Kederli bir şarkı dinliyorum. Belli ki kalbin inceliği, kırılganlığından dert yanıyor söyleyende. Şarkının da etkisi var bu melankoliden biliyorum. Yaşananlar bu kadar büyük şeyler olmamalı. Ben değil miydim daha düne kadar “biten şeylerin yenilenmesi hatadır” diyen. Vakti kaçmış hiçbir vapura atlayamayacak kadar boğulurum her sığ suda. Hiç öğrenemedim ve asla bilmem kulaç atıp ilerlemeyi. Ölümü göze almak gerekiyorsa ve mutlu ederse bu çılgınlık, bunu da yapmaktan çekinmem ama biliyorum.

Sanıyorum oldukça iyi tanıyorum kendimi. Ne kadar inatçı olduğumu biliyorum mesela iyice kızdırılırsam gözümün yaşına bile bakmadan çekip gidebileceğimi. Evet kendi gözümün yaşını yutkunup ne çok yürüyüp gittim, yüzümde güller açtırırken. Sonrasında uzun bir hastalık gibi sürdü kalbimin acıları. Kimseye belli etmedim. Hissettirmedim. Hep yalnız yaşadım kederlerimi ve kendi başıma göğüsledim tüm zorlukları.

Bu yüzden alıştım ve sevdim belki de yalnızlığımı. Şimdi onsuz yaşayamayacak kadar yaşlı ve yaslıyım ya. Kimseyi istemiyorum diyorsam bir sebebi olmalıydı elbet. Kaç kişi bilecek şimdi bu gerçeği. Benden sonra yok olacak bir dijital sayfada açılmaya açılmaya kaybolacak bir ben gelip geçmiş olacak dünya sayfasından. Herkes çoktan kırkımı çıkarmış olacak. Asıl yazdığım bu yazılar ölümümle yok olup gidecek. Zira yayınlanmaya bile layık görmeyeceğim. Örneğin bu yazı bunların en başında gelecek.

Düşünüyorum. Dinliyorum. İçimdeki sesleri susturma zamanımdayım. Biliyorum sustururum. Yine de biliyorum ki her susturuşta daha da sert bir kadın olacağım. Umursamaz, acımasız, öylece boş gözlerle boş bir kalple dünyaya bakan bir kadın olacağım. Sorumlusu ben olmayacağım ama. Her eflatun yazının mesulü ben olmayacağım.

Kurtla kuşun benzerliklerini bulacağım yeniden. Günleri doğurup, geceleri gökyüzünden yıldızları kaydıracağım. Daha çok susacağım, daha az susuyacağım. Özlemlerim olmayacak. Unuttuklarımı hatırlamayacağım. Bir zaman onlar gelip soracaklar bana beni hatırladın mı diyerek. Kıyamayacağım, hatırladım diyerek ben alacağım kırdıkları kalbimi umursamadan onların yalnız kalplerini. “Kıymet bilmeyen birçoklar” listeme isimleri çoktan yazılmış olacaklar. Biri ayaz bir şehre ait olacak, öbürü yosun kokacak. El kadar his bulamayacağım yeniden hiç birine karşı. Yanılmışım diyecek her biri. Görememişim diyecekler. Görme yeteneklerini kazandıklarında bu ben olmayacak karşılarında. Onları göremeyecek kadar büyümüş ve güçlenmiş olacağım. Çok gömlek küçük gelecekler. Bir kadının çocuğunu sevmesi gibi acıyarak merhametle başlarını okşayacağım. Sev diyecekler, incitmeden anlatacağım ne çok hak etmediklerini sevgimi.

Uzak bir yer özlemim geçmiyor içimde. Bir dolu sebep koysanız da önüme, gitmek lazım diyor içimdeki ses. Git be kadın diyor bazen güçlüce. Gitmeliyim. Gitmeli ve içinde bulduğu mutluluğu yaşamalı hak ettiği şekliyle bu kadın.

Aklımda kıvılcımlar parlıyor kendi sözümü hatırladığım zamanlarda :

“Zeka güzellikten her zaman daha çekici olmuştur”

Her gördüğü kadını kendi kadınlarının aptallığıyla değerlendiren aptallara armağanım olsun.

19 Mart 2008 Çarşamba

ANLATAMADIM

Tebrik ediyorum kendimi. Bu kadar dürüstçe kendini eleştirebildiği için ve bu kadar kararlı ne istediğini söyleyebilecek bir hale geldiği için. Ne olduğum bende mahfuz olsun yine de.

Çok sevdiğim biri şöyle söylemişti: “yazıların kapalı, açıkça söylemek istediğin bir şeyler var ve sen onları söylememekte ısrarlısın. Seni göremiyorum yazdıklarında”.

Haklı mı? Bunu benden başka kim daha iyi bilebilir. Haklı yahut haksız demeyeceğim. Sevdiklerim aynı zamanda sevildiklerimdir. Hakikaten beni seven herkes mutlaka yazdıklarımı okuyacaktır. Eminim sözün sahibi kendini bulur bu yazıda.

Haklı mı? Sorusuna geri dönelim mi? Hayır geriye dönmeyelim. Geriye dönülmeyecek kadar ilerlemişken geriye bakılacak kadar bile vakit kaybına tahammülü yok hayatın. O halde neden yazılıyor bu yazı. Kendime yazıyorum. Bir gün yalnız kalabilirsem, açıkça yazacağım demiştim. Beklemek istemedim diyelim.

Kiminle mutlu yaşar insan sorusunu soruyorlar çok zaman dolaylı yoldan. Hayatı yan yana yürüyenleri izliyorum, yahut yan yana yürümeye karar verenleri. Sevgili hülya’ya da söylediğim gibi, “bu adamın yanında sürekli böyle dut yemiş bülbül gibi oturacaksan hanım hanımcık işin çok zor. Üstelik sen hayat dolu cıvıl cıvıl harikulade bir kadınsın”. Doğrusu bu. Yalnızlık zor biliyorum. Ama yalnız kalmamak için yahut herhangi bir başka sebepten ötürü evlenmeli mi insanlar. Benden uzak Allaha yakın sözünü işittiniz mi hiç. Cevabım budur. Aşk… Olmadan asla, Rabbim kısmet etmesin hiç kimseye.

Bunaldım bu aralar. Ciddi ciddi içimde bir keder büyüdü. Kendi dahlimde yahut değil, bir sebeple bir dolu şey yapıyorum. Tüm iyi niyetime rağmen, etrafımdakiler üzülmesin diyerek vazgeçiyorum asıl istediklerimden. Üzülüyorum, hem de çok. Zülfüm sen ne kadar haklısın benim can arkadaşım. “Hayatta kendine ettiğin zulümden vazgeçmedin bir tek. Senin hatan değildi üstelik ve senin sorumluluğunda değildi insanların üzülmeleri. Kendini yaktın hep. Kendi isteklerinden vazgeçip yok ettin kendini”. Gözlerimden düşmesin diye tuttuğum gözyaşlarımla itiraf ediyorum evet Zülfü sen haklıydın. Vazgeçtiğim hep kendim oldum. Hiçbir zaman adım adım gidemedim arkadaşlıklarımda bile. Hep son noktadan başladım. Bu sebepten hep kaçınılmaz netice ayrılıklarım oldu. Ayrılığı doğuracak her şeyi yaptım. Yalnızlığımı sevdim belki de gerçekten. Yalnız kalmak için çok uğraştım.

Ve daha kaç defa hesabını vereceğim için için yaşadıklarımın. Yetmeyecek ve hiç bitmeyecek izahat vermeler. Bırakmayacaksınız, sormadan. Bırakmayacaksınız iyice yormadan.

Aşk… ben seni anladım evet. Ama üzgünüm kimseye usulünce anlatamadım…
ÇOK YORGUNUM. ÇOK...

18 Mart 2008 Salı

SENDEYİM

Gecemi çaldığın yerdeyim
Sendeyim
Ne zaman ismin geçse, aklımda
Severim dalgana âşık kirpiklerimi…

Dalında yaprak kıskansın ellerimi
İçimde konuştum gün boyu
Ara dedim, sor
Duydun mu içinde içimin sesini
Bu gün titrettiğin
Kim bilir kaçıncı zemherideyim

Dökülen susam tanesiyim
Feleğin çemberinde
Ve dahi alıcısı olacak işaret parmağını
Bulursam bulmacanın ters köşesinde
Takacağım kâğıttan yaptığım nişanı
Sana bırakmam bu aldım verdimi

Cesaret aslan olsa bulurum yolunu
Sarılırım boynuna…
Yaktığın ateşin başında dur
Tutayım közünü bırak
Kararsın kavruk teninde ellerim
Yok say... Olmadım, ölmedim say
Bana bırak beni... Aldırma

Sen şimdi umarsızca
Son sigaramı çal benden
Ve bitmeden sendeki hayatım
Çek içine dudaklarımın rengini
Usulca sokul kimsesiz koynumun koyuna
Koyu renkli sevdalarım kurusun gözlerimde
Saklı tut mührümü gamzelerinde...

Ve düşün bakalım
Üç noktalı şiirlerimin
Hangi noktasında olduğunu
Var olup olmadığını bile bilmeden
Yahut, deyip değmediğini
Sana bir şiir yazmamın

Bana sorma
Ben biliyor muyum
Kimim ve nerdeyim...

ÇİNGENE KADININ RUHUNDA SEN

Çingene kadının ruhunu
Savurdum damarlarımdan
Bir sahil akşamı…
Raksın sarhoş eden çığlığıyla
Yakamozlar çıldırdığında

Kumlar öptü beyaz topuklarını
Ağladım…
Sen dönerken ay zamanı
Deli gömleğimin kollarını sıvadım

Dalgalar, kan sıçrattı gözlerime
Şafak attı atacak
Çingene kadın raksında
Aşka nazire kıvrılacak
Buz kesecek parmaklarım
Sonra ensemde ölümün soğuk dudağı
Ürperti saracak belimi
Sen geleceksin hatırıma
Yalnızca sen

Ay parlayacak
Çingene kadının yüzünde
Gözleri sen olacak
Baktığında kıvılcım
Yumduğunda ölüm
Dudağımın kıyılarındaki tadın
Dalganla kaybolacak


Deniz, çingene kadın
Aklımı çarmıha geren adın…
Ve gün doğacak önce begonvillere
Ellerimdeki son gece
Uyanmamaya duamla sızacağım
Sığınacağım teslim ettiğin
Sensiz uzak günüme…

Gülleri kıskandır gülümsemenle
Sarhoşum, meczubum belki de
Senin serserin, delinim
Deliliğimsin
Ellerin kimin ellerinde
Kimbilir kaç fersah uzakta nerdesin…

Koklama bir daha Girit güllerini
Yanağına konmasın rengi
Ve tutuşturma sahile çatılan
Hiçbir odun ateşini
Söyleme ruhuma dilbeste sesinle
O sevdiğin şiirimi…

17 Mart 2008 Pazartesi

BODRUM’A BIRAKTIĞIM GÜNÜN, YANIMDA GELEN KARANLIĞI

Yatağandan sonra söndü tüm ışıklar. Gece emiyordu hayatı. Yol karanlığın koynuna, çizdi rotasını. Yine dünde kaldı bir gün. El ele çıkılan habersiz ve acil bir yolculuk, alelacele bir dönüşe bağladı son sözünü. Yıldızlar gökyüzünde ışıldarken şimal aranmadı. Gemicilerin pusulası olsun diyerek, bıraktık gerimizde ve saklamadık gözlerimizde, kuzeyin anahtarını bulduğumuz gökyüzümüzden.

Begonviller açılıp saçılmış. Mevsim bahara koşuyor artık duraksız. Tüm şaşalı hayat, yalanına kanacak alıcılarını bekliyor Bites’te. Tevazudan uzak, dörtdörtlük anlamsızlığı içinde, lüks ve eğlence köleliğini, avuçlarına saklamış bekliyor Yalıkavak’ın villaları. Ege’ye nazır satılık mutluluklar süslenmiş, makyajı abartılı sahte yüzlerinde. Dağın taş duvarları arasında, yapmacık beyaz yüzleriyle kırıtıyor tüm bodrum evleri.

Kirlenecekler elbet. Çok değil, birkaç ay sonra. Lekelenecekler tüm beyaz entariler gibi ve islenecekler. Saklayamayacaklar parayla alınmak istenen mutlulukların arkasında bekleyen acıları.

Kayaların koyu renk asaletini gölgeleyemeyecek, sahte bir hayat.

Tepeden inen yoldan varılan, incecik kumların dudaklarına hayat verecek her an egenin suyu.

Üç çift çıplak ayağın altında ezilmekten yüksünmeyen şu kumsal, ansızın yeni bir anlam yükleyecek kalbime.

“Mutluluk ayaklarımızdan tırmanacak dudaklarımıza ve çukurlaşan gamzelerimizde birikecek bir defa daha.”

Denizin tuzuna bastığım tüm acılar, karışacak sulara. Akşamın eli kulağına gidecek. Bir şeyleri götüren zaman, neleri bırakacak tenime yapışan sularda. Olmayan martıların kanatlarına taktığım kanaatkâr yalnızlıklarımın izin günü bugün. Başı bağlı bir kadının, ipini kaçırmış hezeyanlarında sorguda çözülen bir devrimci gibi, kendine ne ilk ne son itirafları olacak gelen bu gece. Nereye giderse gitsin bir parça sevince karşılık, kucak dolusu keder biriktirecek göz çukurlarının ardında.

Adı olmayacak insanların ve bir isim yakıştırmayacak geçen zamana. Mesela kader demeyecek ya da aptallık, pişmanlık diye yaftalamayacak. Hayatın bizatihi kendini yaşattığının kabulü olacak, geçen bir günlük zaman. Kimi güldüren, çokça hesaplaşmalara mecbur eden…

Her tuttuğum elin biriken yarası, nasır bağlamaya yüz tutacak. Nasırlarımızdan tanıyacağız birbirimizi. Büyümek, değiştirmeyecek geçmişimizi ve unutturmayacak toprağımızda kesilen göbeğimizin saklı duran derin acılarını.

Bakışları deniz olan her zerre su, korkutacak adımlarımızı. Dağlarda koyu bir pusu saklanırken sulara gömülecek ecel korkusu.



Susun. Susturun şu kentin suni seslerini. Rakkaseler dursunlar, şarkılar lâl olsun. Susun ve dinleyin sessizliğinizdeki bülbülü ve esen rüzgârın güneşe sarınmış sıcak uğultusu konsun yanaklarınıza.

Ayrılırken yumun gözlerinizi. Gece ağırlığını yüklesin, boynunuza.

Bir vardınız ve bir de yoksunuz işte. Yollar, yolculuklar, yalnızlıklarınızda yüzünüze bakakalan uykusuzluğunuz kâr olsun ceplerinizde ve çoban yıldızı vurulsun kapanan gözlerinize. Hilâl kızıl ve yarım kalan haliyle kaybolsun gecenin üçü olduğuna aldırmadan. Sabah olmadan terk etsin gökyüzünüzü.

Aldandığınız tüm oyunlarınızı itiraf edin dönüş gecenizde.

Ben, inanmayı seçtim tüm yalanlara ve inancı sağlam bir adam olmayı başardım bir dün’de kalan yabancı zamanda. Şimdi yeni bir sabahta kapanmasın diye zorladığım göz kapaklarımın kirpiklerini kavuşturacağım birbirine. Bırakacağım aklımın deli fırtınalarını, derin bir uykuya. Uyandığımda unutmuş olmayı umsam da, yeniden yenileceğim hafızamın oyunlarında. Hatıraların en güzellerini saklayacağım dudaklarıma vurduğum mühürlere. Yediğim içtiğim benim olacak ve duymak için bekleyenlere anlatacağım bir günün masalını rengârenk ebemkuşağına sarmalayarak. Yol boyu papatya kokularıyla süsleyeceğim hatıralarımı.

Uyuduğum her zaman, kaybım olacak hayatımdan ve uyandığım her hayata sahip çıkacağım inadıma, usanmadan…

SENDEN ÖTEDE: EGE

Kaybettim
Başparmağıma bağladığım merakımı
Ne ben eski benim
Ne de endişem var artık
Bensiz ne yaptığına sevgilim

Dünkü günümü çaldım senden
Vehmime tutundum Ege’nin suyunda
Minicik yavru balıklar kıyılarda
Arkadaş olup dalmışlar balıklama
Ayaklarım ne yana gitse, gel diye
Yol gösteriyorlar sarhoş gözlerime
Onlar çağırıyor senin yerine
Gidiyorum peşlerinden
Dalıyorum donan bakışlarımla
Güneş alıyor aklımı başımdan
Sırtımı sıvazlayıp ısıtıyor
Dizlerimin bağını çözüyor sular
Üşüyor adını serçe koyduğum parmağım
Önce ürküyorum gömülen ayaklarımla
Sonra hep beraber
Oynuyoruz dalgacı sularla
Seriliyor önüme sere serpe
Bir avuç suyunu götürüyorum dudağıma
Tutturmuş tadını tuzunda
Öptükçe Ege'min suyu
Avucumdan kayıyor

Elimde kalan sayılı zamanda
Azad ediyorum elin olan Ege’mi
Gelin olasım geliyor suyuna
Kanıma giriyor
Saçlarımda Karadeniz
Yanaklarımda
Batı rüzgarı kokuyor

Eh be canımın içi
Güzel omuzlu papatya kadın
Dediğin kadar varmış sahi sahili
Denizin varmış ya hani
Yalanmış geri kalanı
Aklımda kırlangıcın yuvası
Yanında paçama yapışan suların
Ve dünkü o gün
Kök salıp büyüsek hatıramızda…

Kal eskisine âşık yaşlı gövdemde
Mührün vurulu dursun dudaklarımda…

13 Mart 2008 Perşembe

GETİRİN KEMENÇEMİ

Gözüm seyiriyor
Ölmüş babamdan başkası
Anar mı adımı
Söyler mi sevdiğini
İnanılır mı söylese bile
İster mi bir yudum su
Bardağın altından tutmalı
Buyur demeli diye tembihleyip

Sabah sabah nedir bu hasret
Boynuma dolanan
Kalk oturduğun yerden
İş zamanı
Kırkı çıkan her adam
Saz çalar mı
Bu saatten sonra

Getirin benim dertli kemençemi
Koyulsun dizlerime
Avuçlarımdan aksın tellerine
Özlediğim çocukluğum
Bilmediğim gençliğim
Gözümün görmediği
İhtiyarlık zamanlarım
Verin elime kemençemi…
Eski bir baharı
Çiğdemlere bıraktım…

11 Mart 2008 Salı

ADAM OL OĞLUM

Adam ol diyorlar ya
İşine bak oğul
Adam olan adam olmaya uğraşmaz
Deli bir çocuk bulacaksın içinde
Bir gün gelip büyüdüğünde
Her düşündüğün işte
Çokca akıl verenin olacak
Para veren bulamayacaksın
Bu sebepten düğümle keseni
Ama esirgeme yoksuldan
Hesap bilmek cimri olmak değildir
Ve unutma dağıttıkça büyüyeceksin

Yapmak istediğin her işte
Olmaz diyenin çok olacak
Duyma...
Başarısız olmanın her yolunu
Onlara bakarak bulabilirsin
Başarılı olmanın yolunu
Senden öğrenecekler
İlk yürüyenler
Her zaman "deli" zannedilirler
Yolun doğru oldukça
Adın deli olmuş kime ne

Adam ol diyecek baban sana
Aldırma…
Ben adamı gözünden tanırım
Adam olan "nasıl adam olunur"un
Hesabına düşmez, düşünmez
Adam olan tavrından duruşundan
Bellidir zaten oğlum…

Sana bir sır vereyim mi
Düşmekten korkmayıp
Dikildiğin o ilk an
Aslında adam olduğun andı...

KARAYA VURDUM BU GECE

Oturmuşuz sahile
Karaya vurmuşum ben
Sen omzuma koymuşsun başını
Seyret diyorsun ufku
Güneş batıyormuş
Kızılmış gökyüzü
Çok güzelmiş

Ömür kaç yıl sevgili
Kaç sefer daha sığar denizime
Ve her seferimde
Her Allahın günü
Kaç defa bıkarım bu ufuktan
Bir doğup, bir batan, kaç ufuk çizgisi
Bezdirir beni hayattan

Sen ufka bak sevgili
Ben gözlerine
Sen onu seyret
Ben öbür seferime kadar
Seni göreyim bırak…

Şu deniz, şu gök, şu mehtap
Hangisi doyurur gözlerin kadar
Bir çift taze kiraz yaprağı
Göz çukurlarında yeşerir
Ve gülümsemenle
Kiraz kokar dudakların

Sen ufku seyret sevgili
Ben karaya vurdum
Firari bir denizcinin
Omuzuna vur başını bu gece…

İTİNA İLE MUTLULUK UYDURULUR

Her akşam elin kolun dolu
Kederler sıkıntılar ceplerinde
Gel yine bu eve
Bekliyorum
Yeni giysiler bıraktım başucuna
Gülüşler kondurdum dokusuna
Mutluluk bulup ısıttım kendi içimde
Giyin…

Kederlerini yuğdum gün boyu
Hayal kırıklıklarından aş pişirdim
Yalnızlığıma inat
Yoksulluğuma nazire olsun diye
Tıkırdattım tenceremin kapağını
Otur ye şimdi afiyetle
Doy tıka basa
Uyduruk gülüşlerin zenginiyim
Korkma sen
Düşünüp biter mi diye
Çekme kepçeyi geriye
Yine bulurum ben…

Güneş kırpar yarın sabah gözünü
Yahut paçama dolanır nasılsa
Rüyamda gördüğüm o kedi
Ya da güvercinler kanatlarından
Bir ümit bırakırlar başımın üzerine
Gülmeye yeniden bir sebep bulurum
Uydururum içimde yeni bir huzur
Altı üstü mutluluk değil mi a canım
Nasılsa uydurulur…

9 Mart 2008 Pazar

SÖYLEYEMEM

Olağan değil bu aşk hali
Tüm hesaplar ayrılık derken bile
Ve tüm sarraflar bir olup
Beş paralık kıymet biçmemişken
Hayatla ölüm arası bu köprü
Hiç kurulmamış olmalı
Olasılığı olmayınca
İnanası da olmuyor adamın
Anası ağlıyor yokluğunda
Her dakikanın…
Saatler kuruluyor köşeye
Kimi Aysel’i bekliyor kimi Veysel’i
Sahi hangi selle geliyor
Bu aşk denen mendeburun
Bitmek bilmez hevesi…

Yokuşun tepesi ayaz, çıkma diyor
Gidesi gelmiyor dizlerimin
Kırılıyor kırlangıçlar gökyüzünde
Şafağım atıyor ufuk çizgisinde
Kızıyorum
Sana değil be kuzum
Gücüm sadece kendime yetiyor
Aramıyorum inadına
Dedim ya bir kere
Senle ne köy olunur ne kasaba
Olsa olsa bir hamur teknesi
Yoğurur gözümün yaşını kata kata

Sen say ki sevmedim ulan
Bilmem ben öyle hesap kitap
Tuzak sorularım olmaz benim
Kadınsın ya çekmek lazım nazını
Çekemiyorum işte istesem de
Gitmek kolayıma geliyor
Yokuş aşağı gerisin geriye
Unut diyorum her adımda
Ağaran saçlarımın tellerine
Bir tutam ah bırakıyorum
Sabahları vazgeçmediğin
Tüm kahve fallarına…

Nazire değil, gidiyorum demem
İstemem dersen gittiğimi bile söylemem
Bil ki sahiden söyleyemem kadınım
O son yolculuğumda
Nereye gittiğimi
Ve giderken gözümü yumup
Hayalinin kulağına neyi fısıldadığımı
Söyleyemem…
İstemezsen işitmezsin
Birlikte bozduğumuz bağın şırasında
Şarap olduğumu ve sağ avucunu
Yüzüne sürdüğünde amin diye
Gözünü yakanın aşk olduğunu
Her seherin soğuğunda
İçimin nasıl kavrulduğunu
Söyleyemem, duymazsın
Çıtım bile çıkmaz
Öylece yürür giderim
Kaybolan bir bozuk para gibi
Ararsın, bulamazsın
Yanıma aldığım eğri gölgemi…

8 Mart 2008 Cumartesi

ŞAFAĞIN KANATLARI

İlk ben uyandım bu sabah
Gün uykudaydı
Sonra sabah salası
Ardından ceviz ağacı kargaları
Sonra güvercinler
Ve arada minik serçeler
Usulca çöktü üzerimize gün
Caddede bağıran otomobiller
Bir yerlere yetiştiler
Kaç hastanın başını bekledi
Merhametli melekler
Ve kaç bebek yırttı geceyi
Özlenen çığlık sesiyle
Hayat…
Bu sabah ben doğurdum seni
Göbek bağını kestim ellerimle
Gül suyuyla yuğdum taze tenini
Uyan…
Bugüne yazılan
İlk şiirin sonunda yine sen ol
Üç noktayla beklenen
Meçhul zaman…

GELEN SABAHI DİNLERKEN

Sabahın salası gölge düşürdü
Uykusunu atan cesedime
Unutmalıyım demekle
Unutmak arasındaki fark
Hatırlattı yeniden
Bir mum alevini sarındı
Titrek ışığında dans etti
Gölgeler
İçimden kopan korkular
Ağarmayan gün vaktinde
Bahçeyi dolandı
Unutmak
Ah her gece
Yorgun kalbimi zorlardı
Üstelik dışarıda
Bulutları öldürmeye kasıtla
Sarhoşlar kurşun yakardı
Kan kokardı
Gecenin bittiği
Günün yettiği
Dua zamanlarında
Uyku
Kayıp giderdi avuçlarımda…

7 Mart 2008 Cuma

TANRI’NIN ÖNÜNDE

Sığ suların ıssızlığında saklı
Bir çığlığım kendimde büyüyen
Fırtınayım,
Patlayasım var
Ve yıkmaya hevesim
Ardından durulasım var deniz gibi
Gem vurulan bir tayın
Öfke dolu yarınları
Ve gözlerinde sönen ışığım
Kırgın yanlarımda çoğalan
Ezilen bir halkın
Çığlığındaki küfürüm
Ne sarımsak ne soğan hesabı
Ve her ne zaman çıksam
Aşınmayacak kaldırımlarda
Üşenmeden yürümeye devam ederim
Satın almayacağım tüm cennetler
Papazlara hediyemdir
Siz oturun hurilerle
Ben Tanrı’nın dizi dibinde
Sessiz çığlıklarımla tükenen
Ömrüme ağlarım...

5 Mart 2008 Çarşamba

ÖYLESİ Bİ ZAMANDA

Bir saat hesabını yapmak zor gelir
Birde sevda muhasebesini
En çok kimi özlersin? Anne'ni mi
Yoksa...
Herkesten önce uğurladığın baba'nı mı

Kimin yası diğerini bastırır
Yanarken güneşin kaldırımlarında
Çok zaman basılırsın yağmurun arsızına
Gidenlerin yangını sönsün diyerek
Açarsın yaşlanan bağrını

Ve sonra…
Zamansız, kimsesiz
Ömrünün bir köşe başında
Çakılmış gibi öylece
Kalakalırsın...
Ellerin ayakların küt olur
Zor gelir havalandırma zamanın
Sabah akşam, evden işe voltalarda
Şaşırtır aklını kırmızı bir balon
Uçasın gelir iskelenin yanında
Martılar gel diye çığlığı basar
Denizanaları hevesle ama habersiz
Teskere'ne gün sayar
Ve boğulan hıçkırıklarında
Yoluna serilip, beklerler
Sarılıp ağlamanı

Anlam uydurursun durmadan
Durdurulamaz bir hata payıyla
Ziyan olur hayatın atlas kumaşı
Kırık bohçasına saklarsın
Kanayan yanlarını...

Eskilerini devşir geçmişten
Şimal'le yola çıktığın gecede
Kurut asma dalında göğeren
Şıralı acılarını
Ve kır yeniden durma
Şans yıldızının çırpı bacaklarını...

3 Mart 2008 Pazartesi

DULİSTAN'DA... GELECEK BÖLÜM...

BEKLEYİN KARDEŞİM İŞİNİZ NE :)

DULİSTAN'DA SABAH

Günün ilk ışıkları en yakın köyden görevli olarak getirilen horozların “gün doğuyor, uyanın ahali” ötüşleriyle başlayacak burada. Gelip de yerleştiğinizde bir iki gün yataklarınızdaki emniyet kemerlerinizi bağlayarak yatmanızı tavsiye ediyorum. Zira alışmadığınız bu sessiz cennette ki erken öten horoz geçmişe dair kâbuslar görmenize sebep olabilir. (kesinlikle bu cümleyi böyle kurmak istemezdim, ama işin esprisel kısmında abartmamak için vazgeçtim asıl cümlemden.) Peki peki madem ısrar ettiniz asıl kurmak istediğim cümle şuydu : Zira alışmadığınız bu sessiz cennette ki kör vakitte sinirlerinizi geren gürültülü ve erkeksi ses geçmişe dair kabuslar görmenize sebep olabilir. (Mutlu musunuz şimdi)

Görevli horoz mevsimine göre ve yaz kış saat uygulamalarına hassasiyet göstererek tam da gün ağarırken ötecektir her sabah. İlk zamanlar sus yahu uykum var diye düşüneceksiniz mutlaka. Vaktiyle çalışan arkadaşlar başuçlarında saat arayıp bulamayabilirler. Canlı yayın olduğunu anladıklarında yüzlerindeki mutluluk ifadesini düşünebiliyor musunuz? Mutluluk bu değilse nedir diye düşüneceklerinden eminiz uydu kent yönetim kurulu olarak (yalannnn).

Çok sorun etmeyin sevgili kent sakinleri zira birkaç gün sonra tertemiz havayı ciğerlerinize çektikçe ister istemez horozu siz uyandırmanın bir yolunu bulacaksınız nasılsa. Horozu uyandıran ilk kent sakini çıktıktan sonra horozun sürgününe son verip mutlu ailesiyle yaşadığı köyüne geri gönderiyoruz biz de zaten.

Her sabah uyandığınız da, kapınızı açıp kendi taraçanızda hazırlayacağınız kahvaltı sofrasında misler gibi taptaze domateslerinizle ve taze sağılmış sütünüzle güne başlamak nasıl bir duygu dersiniz. Eminim güzeldir diye içinizden geçiriyorsunuz değil mi. Güzeldir güzelll… Ama yazık ki siz henüz kendiniz için aldığınız koyununuzu sağmadığınızdan o taptaze sütü bu sabah içemeyeceksiniz. Evet ama bu arada aç mı kalacaksınız. Kalmazsınız. İlk birkaç ay içinde “ne kaa çok şey ögreneceksınız bilır misınız? İsteyesız söyleyım ne kaa çok?”

Bırakın taze sütü düşünmeyi, yan komşunuz da sizden farklı bir halde değildi ilk geldiğinde. Hatta yönetim kurulundakiler bile. Her türlü araç gereci bir ihtiyaç listesi yapın siz bu ilk sabahınızda yerleşmeye bakın sadece. Konu komşu süt peynir getirir nasıl saklayacağınızı öğrenin bu ara bu da yeterli. Kalanı için daha çok zamanınız olacak. Vazgeçme hakkınız baki kalacak ama sözleşmede bulunduğu gibi. Ne zaman isterseniz o zaman gidin yeniden yeri dolmayacak kadar güzel o kalabalık kavga gürültü dolu şehrinize. Hiç kimse size kalın alışırsınız bile demeyecek. Zira buranında az da olsa kendine göre kuralları var. Örneğin, gidene kal denmez ve hayatta kalmayı eninde sonunda öğrenmek şarttır. Bunun için tüm komşular istenen her türlü yardımı gönüllüce yapacaklardır.

Evinize yerleştikten ve günlük işlerinizi bitirdikten sonra çıkın biraz dolaşın orman yürüyüşü yapacak olan gurupla birlikte. Aman yanınıza bir kap almayı unutmayın sakın. Dağ çileği çıkarsa karşınıza toplayabildiğiniz kadar toplayın minicik minicik beş kuruş para vermeden. Dönüşte yan komşunuz olan hanımdan yardım isteyin sizi nasıl reçel yapılacağını öğretecek kentin gurmesiyle tanıştırsın. Yürüyüşe çıkmanın ardından reçel yapmayı öğrenecek olduğunuz aklınıza gelmiş miydi? Ne kaa şanslısınız böyle? (tamam, bir daha Rumeli lehçesiyle espri yapmayacağım bu son olsun bu ikinci bölüm için) (ikinci bölüm için diye altını çizmem iyi oldu üçüncü bölümde heves edersem diye açık kapım kaldı)

Eminim eve gelir gelmez reçel yapmayı öğrenmeyi düşünmüyorsunuz. Saklayın şirin çileklerini uygun şartlarda komşuya da haber verin gurmeyle tanıştırsın sizi ertesi gün. Siz üzerinizi değişip sahile inin bana kalırsa biraz da. Bir iki kulaç atın serin sularda. Güneşlenmenin pek de meraklısı değilseniz tasalanmayın, zira zamanla nasılsa en güzel tonuyla buğday sonrada sütlü çikolata kıvamına gelecek teninizin rengi. İçindeki çocukla baş başa kalmayı istediğiniz müddetçe insanlar sizinle tanışacaklar ama ay kardeş mutlaka görüşelim diye dır dır istekli olmayacaklar söz veriyorum. Kimse kimsenin hayatına müdahale etmeyecek burada. Herkes birbirine azami saygı gösterecek. İkinci altın kural “yalandan samimiyet kurulmayacak, samimi olarak istemiyorum denmesi bir lütuf kabul edilecek ama komşularında kalpleri kırılmayacak”. Kimse kimsenin arkasından abuk sabuk dedikodular yapmayacak ve geçmişlerine dair tek kelime hatıra bu şehre taşınmayacak sevgili kent sakini.

Özetle yeni bir ilk günle, dulistan’da yeniden doğdunuz hayırlı uğurlu olsun. Ne büyük şans ki artık bilinçle birinci yaşınızı kutlayabileceksiniz.

Sahilden döndüğünüz de komşularınızla iyi ilişkileriniz varsa belki de çaya kahveye davet eder sizi ne dersiniz. Yahut kalan enerjinizle bir iki lokma yemek hazırlarsınız kendinize hala yorulmadıysanız akşam dokuz sularında biraz kitap okursunuz ya da o çok sevdiğiniz televizyonu açıp meraklısı olduğunuz diziyi seyredeyim derken onuncu dakikasında uyuyup kalakalırsınız. Emin olun yarın tüm bu yorgunluğunuzu yine o tertemiz bol oksijenli hava silip atacak hücrelerinizden.

Siz sadece kendinizi doğal bir hayatın kollarına bırakın. Şehrin her an yaşlanmanıza sebep olan günleri, burada her an gençleşmenize mecbur edecektir zaten sizi.

İyi uykular… Düşünüzde dağ çileklerinin arasında koşuşturan şirinleri görmeniz dualarımla…

DULİSTAN

Biliyorum tuhaf geldi bu memleket size. Ama parayla değil sırayla gidilen, vizeli en yakın memleket burası. Cidden çok uzak değil. Aynı evi paylaştığınız eşinizle artık yabancı dille konuşmaya başladığınızda, mecburen tayininiz çıkartılıyor yahut tayin istiyorsunuz bu ülkeye. Herkesin başının şişmesine göre, zamanları farklı farklı dönemlere denk gelse de bu tayin dönemi için ekseriyetle en fazla on yedi sene dayanılabildiğine dair bir izlenimim var. Bilmem “ne kaa doğridur”?

Ne uzun yazı yazılır şimdi aslına bakarsanız. Evlenirken söylenen “canım”lar “cicim”lerden girersiniz, “sen dünyanın en güzel kadınısın” şarkısını hatırlarsınız, arkasından bir dolu saçma sebep, yıllarca biriktirdiğiniz sıkıntılarınıza bahane olur. Kimi dostça (çok nadir görülen türü az birkaç örnekten başkasına rastlanmayan, çok zaman efsanevi bir durum olduğunu düşündüğüm rivayet ayrılıklara örnektir bunlar), çok zamanda varsa çocuklar yoksa mal mülkle ilgili hışımla yürünen aldım verdim ben seni yendim (doğrusu yerdim miydi hatırlamıyorum) ayak oyunlarıyla son bulur. O güzelim aşkların kat’iyyetle sonsuza kadar süreceğine yemin edilen ve evlilik bağıyla kenetlenen birliktelikleri. (Biliyorum en az evlilik kadar uzun cümleler oldu ama şunu bilin ki yukarıdaki üç ayrı cümle yazının ilk anında tek bir cümle idi. Ben her cümleye bir nokta koymalık durak bulup ayırdım hepsini. Kıymetimi bilesiniz.)

Nedenleri, niçinleri bizi çok da ilgilendirmiyor aslına bakarsanız. Madem ayrılma kararı alınmış, bizim bu noktadan sonra müdahalemiz çok da akıllıca olmaz. Lüzumu da olmaz aslına bakılırsa. Sana ne kardeşim deyiverir taraflar hafazanallah, yüzümüzün rengi değişir, huzurumuz kaçar.

Bizi ilgilendiren kısmı insanların nasıl olup da aynı coğrafya da büyüyüp, aynı lisanı konuşurken birbirlerine uzaydan gelen bir başka yaratık gibi yabancılaşmaları.

Yabancılık aynı evin içinde mesafeyi açıyor bir zaman sonra. Bir adım sonrasında dayanılmaz biçimde birlikte olunan saatler bile darlık vermeye başlıyor olsa gerek ki konuşmalar yapılırken bas bariton çıkıyor sesler. Aslında bunun bir gerekçesi gelen turistlere sağır muamelesi yapmamızla benzerlik gösteriyor mudur diye de düşünmüyor değilim. Her neyse kısık ya da yüksek sesle anlaşılamadığı aşikâr değil mi sonuçta. Eşlerden biri ortaya parlak bir fikir atıyor bu dakika da. Hiç duyulmamış derece de çözümcül bir fikir. “Anlaşamıyoruz madem ayrılalım”. Hep düşünüyorum. Birlikte hır gür yaşamaya alışmış insanlar, doğal ortamlarından koparıldıklarında nasıl bir hayat sürerler o saatten sonra. Acaba bir ağaca aşılama yapılabilir yeniden hayata mı kazandırılır ayrılanlar, yoksa ecnebi yazarın da kitabına isim yaptığı gibi (mealen) “madem gidiyorsun çöpü de çıkartır mısın” diye mi sorulur gidenlere. Yoksa Hoca Nasreddin gibi kırpılıp kırpılıp yıldız mı olur ayrılan eşler?

Bungalov tipi evlerin bulunduğu geniş bir araziye yayılmış bir uydu kent projesi geldi aklıma konuyla ilgili.

Dulistan…

Evet. Ayrılmayı tercih eden içindeki yaramaz çocukla baş başa kalmak isteyenler için bir tane. Ayrılmayı tercih edip içindeki bağırıp çağırmaya meraklı huysuz ihtiyarla baş başa kalmak isteyenler içinde başka bir tane asla komşu olmayan iki uydu kent. Birbirleriyle geçinebilen dostlar tercihlerini yapıp ayrılır ayrılmaz bu uydu kentlere yerleşseler sınırlı görüş saatleri olsa dostlarıyla, kavga etmelerine imkân olmayacak şekilde uzaklaştırılsalar birbirlerinden mutlu ve verimli bir hayat sürdürebilirler miydi acaba? Denemek lazım tabi. Pilot bir uygulamayı hosteslerle yapalım diyeceğim ama belki de şık düşmez bu espri burada.

Bu proje için ege kıyılarında boş bir arazi bulunsa diye düşündüm. Malum turistik bir bölge. Aklınıza kötü espriler getirmeyin hemen, maksat kurulu düzeni bozulmuş olan insanları yeniden topluma kazandırmak. Örneğin, resim öğretmeni olan güler yüzlü bir öğretmen arkadaş meraklılarına fırça nasıl tutulur diye ders verse haftanın belli günlerinde. Enstrüman çalan biri nota öğretse. Akşamları sahile inip kimseyi rahatsız etmeden en bet sesleriyle insanlar doya doya fasıl yapsa.

Sağlıklı beslenseler burada yaşayan insanlar. Bahçelerinde domates biber yetiştirseler. Yakın köylerdeki teyzelerden bazlama pişirmeyi öğrenseler. Evcil bir koyun büyütseler bahçelerinde, kuzulasa koyun bahar da. Süt sağmayı öğrenseler, peynir yapabilseler. Yürüseler mesela yeniden çöreklenip kalmasalar televizyonun başında. Yüzünü görmedikleri yabancılarla internette tanışmayı maharet saymasalar ve hakiki bir hayat yaşamaya başlasalar mesela. Koyun kırkmayı öğrenip kışın iğ tutmayı ve iplik yapmayı başarsalar yaptıkları ipliklerle kazaklar örseler.

Yaza kadar ahşap boyasalar, takılar yapsalar… Yaz gelince de bir yolunu bulup turistin karşısına ürünlerini çıkartıp modern bir kalkınma politikası oluştursalar diye düşünüyorum kendimce.

Oluru yok gibi geliyor değil mi. Olmaz olan nedir peki? Çok değil daha evlenirken siz değil miydiniz, biz asla ayrılmayacağız aşkım diye yeminler edenler. Bakın ayrıldınız işte. Bu olabildiğine göre, bu kadar basit bir hayata alışmak neden bu kadar zor olsun ki.

Okuyan birçok insan adres almak isteyecektir belki de. Onlar sormadan ben vereyim hemen. Egenin Marmara bölgesi yakınlarında ki meşhur Ütopyayı geçer geçmez sağ kol üzerinde (diye düşünüyorum…)

YAZICI

“Yazıl gönül yazıl” diye seslendi müellif yalnızlığına. Orta yerinden bir çatırtıyla bir kalem batışı açıldı gönlü. Bir telaş, pür telaş…

Neresinden başlayacağını şaşmış, kalem tutan ele güç yetirmeye, laf yetiştirmeye düşmüş başının belası yetmez gibi. Hem yaşa, hem anla, hem anlat, hem yazıl… “Yorma beni sahip, bir defa da sen yaz ben de ne gördünse bana ne verdin ne yaşattınsa…” deyiverdi içinden.

Şaşırdı kalemi tutan el. “Olmadı ki ama” dedi, “bunca zamandır ben hiç yazmadım ki, sen söyledin ben yalnız söylediklerini yazdım. Sadece kalemi tuttum, hâlâ tutabilen parmaklarımın arasında”.

“Oh ne ala dedi” gönlü, “hiç mi bir şey öğrenmedin bunca zamandır. Ödev verdim gelen bahara methiyeler düz bugün, ayak uçlarımıza kadar getireceği mutlulukları düşünüp yaz bu gün”.

“Yazamam ki” dedi kalem tutan el. “Sen söyleyeceksin, sen bekleyeceksin, sen kuracaksın hayalini ki bahar senin istediklerini getirsin ayaklarımızın dibine. Ümit sende, dua sende, arzu, mutluluk, sevinç sende sadece. Geçen gün, sen değil miydin yapma bunu böyle, başına iş gelecek diyen. Gelmedi mi peşi sıra başıma onca iş. Sensiz kılım kıpırdamaz artık. Söyle ki yazayım. Bırakma şimdi beni”.

“Aklına sor o zaman, o sana yardım eder” dedi gönül. “Peki dedi müellif gidip danıştı aklına nasıl yazayım diye.

“Yazmak yetenek işidir, gönül işidir, hem yazacağın konu olmalı hem yazmaya isteğin. Ama yeteneği olmayan kimseler ne yazarlarsa yazsınlar okunduklarında bir lezzet bırakmazlar. Önce karar vermelisin, ne tür bir yazı yazacağına. Bir öykü mü olacak bu yazdığın, bir makale, fıkra, deneme… Karar vermelisin bir defa buna. Arkasından okunmaya değecek bir mevzu bulmalısın. Okuyan bir şeyler öğrenmeli mi yoksa okuduğunda eğlenmeli mi? Karar vermek çok önemli. Yazdıkların…” diye sürdürürken akıl sözlerini kaçtı kalem tutan el aklından.

Sürüp giden konuşmadan korkup, gerisin geriye geldi gönlüne, “kurtar beni” dedi, “yorgunu yokuşa sürdü aklım yine”.

“Oooo, iyi alışmışsın sen tembelliğe. Doğru söylüyor ne söylüyorsa. Hemen pes ettin yine hayırdır” dedi gönlü. Koca kalem, küçücük çocuk gibi bir aklı bir gönlü gidip gelmekten acze düştü yeniden. Küstü sonra kendi kendine.

“Madem yardım etmiyorsunuz bana, vazgeçtim. Tek başıma da yazarım ben” deyip sıyırdı bedenini ruhundan sanki. Temiz bir kâğıt koydu önüne. Kesik uçlu dolma kalemine, silahına mermi doldurur gibi çekti mürekkebi. Çekip çıkardığı ruhunu tanımadığı bir isme giydirdi, Boyacı Yaşar oldu durduk yerde. Sonra sayfanın başından bir “Bismi Allah” lafzıyla başladı söze. Kısacık zamanda bir boyacı yaşar dünyaya geldi. Özlemleri, hayata karışmış. Döküldü mısralar birer ikişer. Ayıkladı benzerlikleri arkasından. Bittiğinde geçip karşısına kendi sesini boyacı yaşara yükleyip okudu hayatını son bir defa daha. Bir şarkı duyuldu yalnız odasında sanki. İki damla gözyaşı süzüldü yanaklarından. Bir defa daha okudu sonra yeniden bir defa daha. Tamam diyene kadar sürdürdü okumalarını. Sevdi boyacı yaşar’ı ve bir isim verdi mısraların başına. Ağırına gitse de bir isim vermek. Olduğu haliyle kalsın istedi ama olmazdı. Lüzumsuz buldu bir isim vermeyi bu sebeple “işgüzarlık benimkisi” deyiverdi. Daha da büyüdü şiiri gözünde.

Beğenince, öptü dolma kalemini ve usulca koydu muhafazasının içerisine.

“Gördün mü bak, isteyince yazabiliyor muşsun demek” dedi gönlü.

Gülümsedi kalemini yerine koyan elin sahibi. “Ah be gönlüm, sen ve doğruyu gösteren aklım olmasa çıkar mıydı bunlar kalemimin ucundan. Sizden azade tek kelam ettim mi ben. Ne kadar yürü derseniz deyin. Sizden ayrı gayrı yürür mü ömrüm. Kalemi elime verende, sizi bana lütfeden de aynı memba. Lütfû bol olanın adını kelamın başına, boşuna mı koydum sanıyorsun. Ne yek ben, ne sen, ne aklım… Her zerremizle onun emrinde onun iznine bağlıyız…”

Gönlü güldü adamın. Gönlü gülünce yüzü güldü. Gülümseyiş ömrüne sirayet etti bu dakikadan sonra.

YARIM KALAN ŞİİRLER

“Bence”ler birikiyor içimde. “Bencillik” olmasın diye sus diyorum kendime, sence diye bir şey yok. Her kes kendince yaşıyor ve elinde hasbelkader kalemde varsa sencileyin yazıyor ucundan kıyısından. “Bence” bitmeyen şiirler okuyorum, yazıyorum. Benden bir şeyler bulmak için ya da bu delilik halime bir çare olsun diye birkaç satırın derdindeyim.

Delikli süzgeçler koyuyorlar önüme. Başlıyorlar elemeye. Gülüyorum. Gülüyorum çünkü nasıl bir süzgeç olur adam olanın zihninden geçenleri elemeye.

“Bak bu isyan. Ayıkla gitsin. Yaramaz bize. Burada da biraz mutluluğu varmış geçim sıkıntısı az gelmiş, bunun yerine biraz hastalık verelim. Hımm şu da adelet duygusu mudur nedir, hemen temizleyelim. Çıkartalım bu adamın aklından bunları. İyisi mi bir kalem verelim şunun eline. Biraz da gaz, iyi yazıyorsun der nasılsa bir iki kişi. Bırak sonra bunu piyasaya, uğraşsın dursun anlatacağım diye doğru bildiklerini insanlara.”

Birileri bizimle ilgili böyle şeyler düşünüyor mu gerçekten. Aklını oynatmak işten bile değil eğer öyleyse. Düşünsene. Yıllarca yaşamışsın dünyayı ve doğrular bulmuşsun öğretilenlerin üzerine eklemişsin, biri bir gün karşına dikilmiş bunu bulacağını biliyorduk zaten diyor. Ne kötü bir son olur yahu.

Yazarken en çok didaktik olmaktan korktum. Bilimsel verilerden kendi bilme ve fark etme sürecime giden bir yolum vardı. Söylenene hemen inanmamak üstüne gidip test edip onaylamak istedim her zaman. Bu yüzden budur şudur cümleleri kurmayı hiç sevmedim. Engel olamadığım zamanlarım olsa da.

Şimdi çok sevdiğim onca insanın arasında sevgisini bir tarafa bırakabilip yazdıklarımı değerlendirebilen gönül dostlarım yaz demeseler bugün bırakırım yazmayı. Nedenini bilmiyorum ama yaz diyorlar. Tadım yok aslında. Yazasım kaçıyor usul usul. Bahar geliyor. Ama kış doluyor içime inadına. Kalabalıklar yalnızlığıma engel olamıyor. Yazmak akıl işi değil diyorum kendime. Susmak işime gelmiyor. Susmak birikmektir oysa. Birikip taşmaktansa usul usul içimi boşaltmak artçı sarsıntılarla büyük depreme engel olmak gibi geliyor.

Az rastlanır cinsten, pek nadir bulunan dostlarım var benim. Tertemiz pırıl pırıl insanlar. Gönüllerinde bahar bahçelerini anında büyütebilen insanlar. Cinsiyetlerinden azade “İnsan” olabilen insanlar. Hani canını teslim etsen kıyamayıp paçanızdan tutarak cennete sürüyecek evsafta. Hatalarımı bilen, kendi hataları olduğunu görebilen ama bunlarla uğraşmaktansa olduğu haliyle sevip, düzeltebilesin diye yanında aslanlar gibi yer alabilen insanlar. Kendi tanrılarına sahip çıkıp sevip sayan, kendi siyasi felsefeleri ve hayat felsefeleri olan adamlar.
Birbirimizi düzeltmeye kalkmadığımız, doğrunun tek olmadığının farkında olan insanlar. Öyle de saygılılar ki topallayan gönlüme ve görmeyen kör gözlerime. İnsanın zenginliği cüzdanının kalınlığıyla ilgili değil dedirten insanlar.

Birine sevdiğimi söylemem ne kadar kolaydır bilen bilir. Ve her sevdiğimi Yaratan’dan ötürü aşkla sevmeyi başarabildiğim insanlar. Peki ya Dost. Dostluğum iyidir benim. Hiç unutmam. Kimseyi unutmam. Aradan kaç yıl geçerse geçsin bulup hal hatır sorabilirim ama hesap sormam asla. Bu yüzden bir adam Dostum olabiliyorsa emin olun imbikten geçe geçe o payeyi almıştır.

Sevgilim olan sevgime, aşkım olan aşkıma layık olandır. Ama dostum olan, benim olan her şeyin benden sonraki mirasçılarındandır.

1 Mart 2008 Cumartesi

ANLA

Saçı sakalı uzayan pir’in
Yolu kesilmez
Karınca bile yürüse
Bakmak yürek ister derin gözlerine
Okur diye kalbinden
iyi kötü geçirdiklerini

Ve tüm akıllar yoksundur
Aşkın alfabesini bilmedikçe
Sınıf atlatmazlar adama
Ellerindeki yanıklara inat
Bu sebepten
Her selam vermesinde ehl-i
Gönlüne koyar sağ elini

Sahici bir ay ışığı vardır diyen
Aklı evvel çoktur da
Esastan hükmü bozulan
Bir maşuk bulunmaz
Öyle ulu orta
Ulu Cami’nin avlusunda

Takiyye anlatılan bu aşk masalları
A canım…
Yalancıyı sevmem deme
Seversin uydurunca sevdiğini
Hele bir de kılıfı hazır olmasa
Eline bırakacağı ayrılığın
Alıp kaçasın gelir ya dağa bayıra
Üşürsün tek başına kalakalınca

Bir basamak mı yüksektir
Binincisi mi…
Kaçıncısına kısmetse terk edilişin
O basamak uçurumdur sana
Ne kadar uzak olsa da
Yarılır yer bağrında
Kanar aldatılışına

Bir zaman yalnız uyursun
Hatta unutursun
Kuşlar konar uzayan saçına
Bahar öper dudaklarından
Filiz verir yine gülüşlerin
Giden gittiğiyle kalır
Hiç bir şey olmaz sana
Terk edilse de insan
Yaşamak güzeldir
ANLASANA…

SALKIM SAÇAK BAHAR

Salkım saçak bir bahar kapıda
Etekler uçuşacak yine
Ve tüm güzel omuzlar fora
Bayram yerine dönecek yine dünya
Gözler gönüllerle şenlenecek
Bir dolu sevda filizlenecek
Aşk sanılacak
Yanılacak aşka âşıklar
Batan güneşin kızıllığında

Salkım saçak olacak hanımelleri
Saracak kokulu bir bahar
Konya’nın sokaklarını
Bir koşuşturmanın
Adı olacak yaşamak
İntihara meyli olanlar
Kışa saklayacaklar heveslerini
Ziyarete duracaklar bir defa daha
Üçlerin sakinlerini sahiplenen
Kocaman servileri

Salkım saçak kız çocukları
Tırmanacaklar kiraz dallarına
Kırılmasın kolları diye duaya duracak
Parlayan güneş ışıldayan yapraklarda
Ve gevrek dallarında
Kızaracak meyvelerin yüzleri
Güzel kızların söylediği türkülerin
Takıldığı kulaklarda

Küpe çiçekleri süsleyecek
Yaşlı kadınların pervazlarını
Misafir bekleyecekler pencerelerinde
Ellerinde iğne oyalarının nasırları
Sabahtan sinen börek kokuları
Kışlıkların arasına saklanacak
Ölümlü korkuları…

Salkım saçak bir hayatı bırakacak
Adı bahar konulan o kaçak…

29 Şubat 2008 Cuma

MÜMTAZ ABİ

Büyüdükçe büyüdü ismi
buna mukabil cüssesi
neredeyse kaybolacaktı
her sokağa çıktığında
binalara yapışıp yürürdü
silikti bakışları
“O mısraların sahibi sen misin”
diye soracaklar gibi gelir
kasketini gözlerine kadar
indirir yürürdü…

mümtaz abi…
ismi büyürken çok küçüldü
ezdi kendini evinin dışında
delik bir çorap gibi
başka yerlerde
ezik, mahcup, utangaç
kuytu köşelerinde
yumduğu gözlerinin ardında
salınan mısralarını görürdü…

susardı mümtaz abi
suskunluğun kıyılarında
usluca yaşardı
kimseye belli etmeden…

dağlık coğrafyaların orta yerinde
kurduğu denizlerin hayallerini
kalemine dolardı
hiç evlenmediği ilk karısına
aşk şiirleri yazdığında
severdi yaşamayı mümtaz abi

en çok güvercinleri özlerdi
bir de mavi muhabbet kuşu
ve akasyanın serçelerini
gönlüne eş ettiği

yaşardı mümtaz abi
ahşap evin şehre uzak gıcırtısında
ve dizemelerine sokulmuş
hayalet dolu hayatının
hakiki şiirlerinde
aldığı tüm solukların hesabını
korkmadan verirdi…

mümtaz abi…
doymadığı bir sevginin
gönlüyle gören kör şairiydi…

26 Şubat 2008 Salı

BIKTIM ARTIK İMDAT ET

oy başım oy sol yanımın çiledaşı
ne kadar kuş konsa ve didiklese tepemi
hepsi başım gözüm üzeri
iyi de aç karnımın ağrısı bülbül
neyine didiklersin miğdemi

aynı toprağa mahkum değil miyiz şunun şurası
de ki öl billahi bezdim canımdan ölesim var
gönüllüce düşesim var şu toprağa
dik durmaktan yorgunum onca
bir de kıskandığını duyunca
neyime hayat a bülbül

taç yaprağımı görmüş
güya bir serçe
küsüyor yaprağıma delice
sitemini karıyor can suyuma
kurban olsunlar hüküm veren huyuna

sanıyorsan açmam bir daha güne yüzümü
hayat sürerken gömerim köklerime ölümü

kalacaksan öğren artık beklediğim düşümsün
gideceksen de kırmadan git hatırım görülsün…

25 Şubat 2008 Pazartesi

LACİ DENİZ VE SEN

Bir demet ufuksun batan
Dalmışsın yine derin sessiz
Bir şarkı tutturmuş için
Aşk konmuş dudaklarının kıyısına
Ve ellerin deniz tuzuyla kavruk
Ağlamayacak kadar gururlu
Gülmeyecek kadar büyüksün
Aslında içindeki o çılgın
Çocuk gibi anneni özlüyorsun

Kaleminin sulara yazdıklarını
Mısra mısra okuyorsun
Hatim ediyorsun yüzünde
Bu yüzden lacivert deniz
Mürekkep kokuyor başıboş sahil
Annen geliyor aklına
Göz yumuyorsun

Biraz hırçın bu sabah serin sular
Kaleminin ucu sivrilmiş ve incitmiş
Kesiyor dalgaların yanaklarını
Bazen batıyor gözünün bebeğine
Dalga dalga geliyor ağlamak
Hıçkırıyorsun

Neden biriken hırsını
Şu kendi halinde duran
Denizden alıyorsun

Gün düşüyor gözlerinden
Gece taçlanıyor yıldız yıldız
Tüm istiridyeler acınla
Karaya vuruyorlar kendilerini
Kırıyorlar kabuklarını
Gözlerin yorgun düşüyor
Kapatıyor hayat kepenklerini
Uyku öpüyor beyaz avuçlarından
Terkedildiğin bu kıyıya
Düşünmeden ve üşenmeden
Demirliyorsun…

İlham, Demet Duyuler Hanımefendinin fotoğrafıdır. Yazmak için yalnız bir yüz görmek bile çok şey veriyor bazen insana. Tanımak mı, hissetmek mi. İçinde hissetmek tanımaktan çok daha fazla şey veriyor çok zaman.

KUMSAL'DA...

Kendinden bahset bugün bana. Unut beni, bende sevdiklerini, seni anlat bana. Bir ayna al karşına. Hayali bir ayna. Tek bir bakışla kırıp parçala sonra ve avuçlarına düşen binlerce parçanın her biri, senin hangi yanını gösteriyorsa onları anlat bana. Büyük parçalarına sığan kıskançlıklarını, küçük parçalardaki un ufak olan unutuşlarını ve dağılışını kan revan içinde. Seni anlat bana. Canını yakan her ince ve keskin parçanı anlat bana. Yumma avuçlarını yanımdayken. Bırak birlikte ayıklayalım her parçayı. Büyükleri kenara alırım ben, mutlaka işe yarayacak bir tasarım bulurum onlardan. Ya güzel bir yemeği sunarım sana tabağının kenarlarını süsleyip kendi kırık parçalarından yahut bir kadehin altında bulursun yeniden yüzünü.

Seni anlat bana. Ne zaman doğduğundan başla. Nerede ve nasıl bir evde, hayata geldiğini. İlk ağlama sesinin hayat dolu çığlığı yankılansın kalbimde. Nasıl büyüdüğünü, asfaltı olmayan köyün tozlu yollarında. Saçını çektiğin o güzel kızı anlat. Erik çaldığınız zamanları ve bahçenin sahibinden kaçışlarınızı. Büyümek için can attığın çocukluk zamanlarını anlat bana. Hiç bir ayrıntıyı unutma. Dalsın gözlerin, kızıl bir akşamın bitimsiz batımında. Uzat ayaklarını serin sulara. Sıvalı paçalarınla yaramaz bir çocuk hayat bulsun yeniden. Çıplak ayaklarına sahilin pudralı kumları yapışsın ve kurusun. Anlat uzun uzadıya. Ellerin geride destek versin oturmana. Bakışların kilitlensin ufka.

Anlatmaktan vazgeçme. “Sen varsın boş ver bunları” deme bana. Seni bilmek istiyorum. Senin ağzından dinlemek istiyorum, yaptığın yaramazlıklardaki haklı gerekçelerini. İlk sevgilinin gözlerinde bulduğun o tarifsiz aşkı dinlemek istiyorum. Gidişiyle düşlerini kâbusa çeviren yalnızlıklarını. Kırılan umutlarını, hayata nasıl küstüğünü ama hayattan vazgeçmemeye ettiğin yeminleri. Yeniden kalbini deli deli çarptıran, tertemiz başka aşklarını sonra, sırasıyla.

“Birinin saçları güzeldi, denizler kadar dalgalı ve diğerinin dudakları şu ufukta yanan akşam gibi” diyerek sürdür seni anlatmayı. Bilmek istiyorum. Bensiz zamanlarında aşkı öğreten tüm güzel sevdalarını. Anlat bana bu güzel sahil akşamında. Ben uzanayım yanına ve yüzünü izleyeyim her an değişen çizgilerinde. Bir “Sen Masalı” ol yeniden. Tatlı tatlı ve çıkardığın derslerle dolu.

Beni bulduğun zamana kadar getir tüm masalı. Sonra birden masal sitemkâr bir monolog olsun. Gülümseyeyim yüzüne. Onca aşkı yaşayan benmişim gibi, kızıp sitem et. Bunca zaman nerelerde olduğumun hesabını sor yeniden. Bunca zamandır nerelerde olduğunu düşünmeden. “Seni sevdiğimi bildiğin halde küsmüştün ya…” diyerek eski bir meseleyi konuş yeniden ve hemen ardından “beni sevdiğini söylemediğin zamanlar…” diyerek sustuğum zamanlarda içine düşen acıları anlat bana.

Seni anlat bana, kocaman kıskançlıklarını, her satırımda bulduğun kendini, çaresizlik zamanlarını, her an şaşırttığımı düşündüğün hallerimi. Aslında ne çok önyargının olduğunu itiraf et içinden, susarken bana. Gözlerinden okuyayım ben. Mısra aralarına takılı kaldığım bir şiir gibi. Sen bana “Sen”i anlat. Bildiklerimin teyidi olsun anlatacakların yeniden. Gün batana kadar bitmesin. Gün battığında saklanayım gözlerinden. Elma desen de armut desende bulama hayalindeki beni. Sende ki halimden geriye bir avuç kum bir yudum acı su kalsın ellerinde.

Sana anlattığım o yegâne acının anlamını çöz.

Bana seni anlattığın günün sonunda ve gece tüm karanlığına rağmen, ölümle kaybetmekten daha beter başka bir şey olmadığına, ikna etsin o çok sevdiğim gözlerini. Denizin tuzlu suyu tanısın aşkla ağlayan gözbebeklerini. Gece, ay, deniz şahit olsun seni ne kadar çok sevdiğime ve kumsalda ki her kum tanesi öpsün, öpemeyecek kadar uzakta olduğum beyaz tenini.

21 Şubat 2008 Perşembe

EL AMAN

Yeminim olsun merhametim olmasın nefsime
Ölmeden ölmek neymiş kâinat yaşarken görsün

Bir meczup gülsün aklını başında taşıyan “ben”e
Gördüğüne vehmeden ışığını kaybeden körsün

El yordamı bulurum sanıyorsan hakikati, dene
Yum gözü gizlide akrep zehri ruhuna dökülsün

Dünya dönse hayat olur sanıyorsan bedenine
Ziyanı sebil olmuş ziynetlerin içinde çürürsün

Ne aman dilemek gelir aklına ne de çatal diline
Ölecek olsan yuğup, yatırıp, unuturlar görürsün…

İNSANLIKTAN ZOMBİLİĞE

Kolay olmadı büyümek… Hiçbir zaman kolay değildi yaşamak. Sana anlattıklarım ve anlatmadıklarım ve yaşadığım binlerce gün, kolay yetiştirmedi beni bu yaşıma. Yaşlı ama çok becerikli bilge bir adamın çocuğu olmak bile başlı başına büyük bir işti. Her an olgunluk beklenen çocuklardık biz. Yoktan anlayan, varı saklayıp zor zamanlara taşıyan, hâsılı cebindekini ailesinin bir adım ötesinde kendi kendine yiyemeyen çocuklardan olduk her zaman.

Ağaç dikin derdi bilge adam. Dünya da dikili ağacınız olsun. Bu yüzden ağaç dikmeyi her zaman sevdim ben. Kazmayı tutmayı öğretti. Toprağın bağrında çukur açmayı ve çukurdaki toprağı kürekle kenara almayı öğretti. Sonra köklerini incitmeden bir ağacın o çukura nasıl yerleştirileceğini üzerini toprakla örttükten sonra CAN suyunu dualarla dökmek gerektiğini öğretti.

Bilge bir adamın çocuğu olmak çok gurur vericiydi. Aynı adı taşımaksa bir o kadar sorumluluk yükledi küçük omuzlarımıza.

Toprağın içinde büyümek ve ağacın köklerini gömerek yetişmek ölümü kabullendirdi en temiz haliyle. Yeniden yeşerilecek baharların geleceğine delildi her dikilen ağaç. Bu sebeple ölüm doğumun öpe öz kardeşiydi. Öldürende doğ emrini verende aynı makamda oturuyordu.

Ve söküğümüzü dikmeyi öğretti, bilge kişinin hayatı boyunca sırt sırta verdiği o güzel kadın. Gözü arkada kalmadan emanet ettiği bir yuvası vardı. Büyük patron derdi yeşil gözlü kadına. Hayatı hiçbir zaman kolaylaştırmamaya yemini vardı sanki.

İlk çocuğa alınan kılığı sırasıyla giyerdik. Bu yüzden sonuna kadar iyice eskirdi kıyafetlerimiz en son bahçede çalışırken giyilir, arkasından kullanılmaya müsait olan kısımlarından ben diyeyim el bezi siz deyin ki tahta bezi yapılırdı. Ahşap evin tahta dizemelerini silerdik her Allahın günü eski kazaklarımızı yâd ederken. Gülüşürdük “bu senin kazağındı hatırlıyor musun?” diyerek. Ve bilirdik ki, düşse bile ayak altına hiçbir şey ziyan olmaz mutlaka bir işe yarardı.

Bilge adam uzun zaman yaşadı dünya da. Yeşil gözlü güzel kadın hala evinin tek bekçisi. Ve hayat hiçbir zaman kolay olmadı gülen yüzlerimize.

Güzel kadın hep şunu söylerdi, “bu ev eskileri yeni yaparak alındı siz de eskinizin kıymetini bilin”.

Hala, evlerimizde haddinden fazla değerlendirilmeyi bekleyen bir dolu şey var. Atmaya kıyamadığımız, kullanmaya vakit bulamadığımız alınıp alınıp biriken. Haksızlık ettiğimiz değerlendiremediğimiz hayatlarımız gibi ziyanı sebil olan, duygularımız birde.

İstediğimiz halde elde edemediklerimizin yası olmadı hiç gözlerimizde. Elimizde olanları ziyan edişlerimize ağlamayı öğrenmişiz yıllar yılı. Hayır doğru değil “vaktimiz yok” sözlerimiz. Vakitten çok neyimiz var. Bulaşıklarımızı makineler yıkıyor, kazanlar kurmuyoruz bahçelerimize çamaşırlarımızı yıkamak için. Çoğumuz, kendi evladını bile kendi büyütmüyor. Doğar doğmaz büyükannelere teslim ediyoruz sabahtan akşama, yürür yürümezde kreşlere, bakıcılara tutuşturuyoruz. Sözde evlat yetiştiriyoruz…

Vakit… Kendi evlatlarımıza bile yetmiyor mu? O halde neden dünyaya getiriyoruz. Hâlbuki sınavlara girecekleri zaman bizler değil miyiz “oku da büyük bir adam ol” diyen. Hiç bir şey vermediklerimizden ne çok beklentimiz var. Bir yolu olsa drajeler halinde vereceğiz sevgiyi ve mutluluğu. Gerekçemiz hazır, kendimize bile ayıracak vaktimiz yok.

Biz kimiz? Hayatın neresindeyiz. Ne kadar tanıyoruz artık kendimizi? Neden bitmiyor tersine artıyor bunca soru, aklımızda? Dostlar alışverişte görsün hesabı bir hayat bu yaşadığımızı zannettiklerimiz.

İşin aslı dışımızda kalan şartlar değil bizi bu kadar canımızdan bezdiren. Aslımızı kaybetmiş haldeyiz. Kimileri maskelerle gezmekten bahsediyorlar. Maske mi? Biz yaşamıyor yalnızca yaşar gibi yapıyoruz aslında. Uyan uyu arası günler, ye-iç gez-toz ve vakti gelince öl ömürler…

Hâlâ hayattan bir dolu beklentisi olan insanlar görüyorum. Bekliyorlar… Hayatıma biri girse de mutlu olsam diyerek bekleyenler, çocuklarını yük gibi görüp büyüseler de rahat etsek diyenler, lotodan para çıkmasını isteyenler… Beklentileri öyle çok ki.

YA BİZDEN BEKLENENLER...

Beş yaşındaki bir çocuğun sorduğu soru geliyor aklıma: “Neden bu adamın bir ayağı yok, benim, senin ve herkesin iki tane olduğu halde?”

Şöyle söylediğimi hatırlıyorum : “Her birimizin iki eli iki kolu var, iki eli iki kolu olmayanların işlerinde yardım edebilelim diye. Bizim iki ayağımız var olmayanlar içinde çalışabilelim diye”.

Toplumsal dayanışma. Öleli öyle uzun zaman olmuş ki. Artık ihtiyacı olanlara yardım etmek şöyle dursun, evin daha lüksüne ulaşmak, arabanın son modelini, cep telefonunun en pahalısını almak herkesin birinci önceliği haline gelmiş. Onları da bir anlamda haklı buluyorum aslında. Kimin ihtiyacı var bilmek o kadar zor ki artık. Parası olan bile yok diye ağlıyorken.

Bu kadar uzun anlatmanın bile bir gereği yok aslında. Değil mi ki herkes kendi doğrularıyla yaşıyor ve birileri ne söylerse söylesin iki adım ötede unutulacak nasılsa tüm söylenenler. Yaşlılık alameti gösteriyorumdur belki de. Doğru nedir, nerededir? Göreceli durumlar bunlar. Kim işin aslı budur diyebilir?

Roma dönemi hanedanlıkları gözlerimin önüne geliyor anlatılanlardan yola çıkarak. Zevk ve eğlence içerisinde yaşarken, durmadan yedikleri, istifra edip yeniden yemeye devam ettiklerini anlatıyor tarihçiler. Çok benzer yanlar buluyorum, bugünlerle. Yazık ki amacından sapmış ihtiyaç listelerimiz var. Düşünmeden yaşadığımızı fark ediyorum. İlerleyen bilim ve teknolojiye rağmen, ilkel kalan insanlığımızı seyrediyorum. Hala birbirinin özgürlüklerini bile kabullenemeyen güruhlar halinde yaşamaya devam ediyoruz. Özgürlüklerimiz kıymete değer düşünce sistemleri değil. Eskilerin dedikleri gibi “Alma ağacı altı çocukları” olmuşuz. Hayatı anlamlandıracak hiçbir şey üretmiyoruz. “Zombi”ler gibi iki ayağımızın üzerinde ölü, anlamsız, kokuşmuş ruhlarımızla dolaşıyoruz.

20 Şubat 2008 Çarşamba

KADER KOYDUM ADINI

“Evet… Vakit hayli geç oldu. Haklısın… Daha fazla beklemenin bir anlamı yok. Bu kadar karanlık bir gelecekten hiç kimse gelmez artık bu sılaya. Ya yum gözlerini düşünmeden yahut kur kafanda gidenlerin neden dönemeyeceklerine dair hafakanlarını.”

Yalnız bir evin, kınalı uzun saçlarıyla sahibesinin sesiydi kendisiyle konuşan. “Kader” konulabilecek en kötü isim bu değil diye düşündü yeniden. Çocukluğunda söylenen söz geldi dolandı diline “Adın kader olmasın, kaderin kader olsun” demişti o komşu kadın ve sevmişti upuzun saçlarını. Şaşırmıştı Kader. Zira o zamana kadar pek az kimse okşamıştı başını. Koşarak eve dönmüştü o geçmiş günün içinden. Kimseye anlatmamıştı üstelik içinde birikenlerin arasında saklamıştı bunca yıldır bu güzel birkaç anı.

Bırakıp giderken duymayı istemediği sözleri düşündü yeniden. Öyle ya, ne demişti yolcu olan hani: “mecburum, biliyorsun”.

Dönülmeyecek bir geleceğe mecbur olmak ama aynı zamanda mecbur etmek kalanları, bıraktıkları hasrete.

Neden uyur bir insan, son uykusuna kadar uyuyamayacağını bile bile bir yastıkta başını unutarak. Ya da neden uyanmak ister, “mecbur kalacağı uzak sabahlara yürüdüğünü” gördüğü halde. Hatta kimin hakkı vardır geceler kadar karanlık gelecekler bırakıp gitmeye.

“Mecburum biliyorsun, hatta bunu en iyi sen biliyorsun” diyordu giderken. Ara sıra geldikçe, insaflı bir kuşun kanatlarındaki gölge vicdanının üzerine düştükçe tekrarlıyordu aynı cümleyi inadına söyler gibi. “Neden bilmek zorunda olayım, neden anlayış göstermek zorunda olayım” diye düşündü. İsmi kader olan ama kaderine boyun büküp razı olmak istemeyen genç kadın. “Neden ben, neden? Dünyada bu kadar insan varken neden benim aydınlık dünyamı karanlık bir kâbusun orta yerinde bıraktın. Bu kadar güçlü olmak zorunda mıyım? Hayatımın üzerine yıkılan onca yükümü bildiğin halde, bir de seni sevdirip arkasından terk edişini kaldırabileceğimi nereden çıkardın? Sana büyüttüğüm bunca sevgimin an be an şahidisin sen. Binlerce defa yeşerdiğini gördüğün halde çekip gideceğinle ilgili habersiz miydin ki? Şimdi mecburdum diyorsun bana. Ve ölü bir aşk içimde çürüyor, içimi çürütüyor artık durmadan. Kanlı bir katil olsam bile bir görüş günü yazarlar bahtıma ve sen hiç yoksun. Maktulü cinayet mahallinde görmeye gelen yahut bir mezara fatiha okumak için senede bir gün Üçler mezarlığına uğrayan hayırsız bir evlat’dan zerrece farkın yok sevgili” diyerek kayboldu gecenin koyu rengindeki sonsuzlukta bakışları.

Biriken tüm kederlerinin üzerindeki tozları temizleyerek yâd ediyordu durmadan. Oysa gidenler çoktan yerlerinde yepyeni bir dünya kurmuşlar, düzenle yaşıyorlardı belki de kim bilir? Karmakarışık bir hayatı, kucağında bıraktıklarını bilseler bile artık yapılacak hiç bir şey yoktu hiç kimse için. “Hayat yaşanmaya mecbur bir kandırmacadır” diyordu, Kader. Kanmaya hazır çocuk gönüllülerle, kandırmaya mahir sözde aşk mürşit’leri nedense hayatın bir yerlerinde istemeseler de karşılaşıyorlardı.

Her şeyi daha açık seçik görebiliyordu, gece ne kadar karanlık olsa da. Gün kadar aşikârdı sanki artık gerçekler. Nerelerde kandırılmaya başladığını ve neden bu kadar kolayca inandığını anlayabiliyordu. Aşağılanmalarla büyüdüğü bir yerde, yapabileceğinin en iyisini yapıp kendini kurtarmıştı. İnsanın ne derece kıymetli olduğunu düşündüğü bir anda, kıymet verdiklerine emek verip zirvelere taşımıştı her birini. Her zirve çıkışında yaşadığı aynı terk ediliş yazılmıştı yine bahtına.

“Adın kader olmasın kaderin kader olsun” bitmeyen bir çığlık gibi çınlıyordu beyninin derinliklerinde bu sözler. Canını yakıyordu. Çığlık atmak, haykırmak, hayattan vazgeçmek an meselesi gibi geliyordu.

Yukarı çıkardığı diğerlerinden daha farklı olmamıştı işte yine yaşadıkları. Bir adım yukarı çıkınca kendini Sultan Süleyman zannedenleri elleriyle büyütmüştü. “Aşağılayanların sayısını artırmaktan başka bir işe yaramadı, insana verdiğim bu değer” diye düşündü.

“Kime kızıyorum ki, her biri ellerimle yaptığım kendi canavarlarım değil mi? Bunlar, katillerim benim. Duygularımın katilleri. İnançlarımın katilleri. Bugün beni hayata küstürenleri kendi ellerimle bulup çıkardım ben” diyerek iki damla göz yaşını sildi gözlerinden.

Kalktı oturduğu pencere kenarından. “Evet” dedi “ hiç hak etmediğim muamelelere muhatap ettirdim kendimi, gülüşlerimi çaldırdım hak etmeyenlere, mutluluklarımı çaldırdım. Terk ettiler beni. Bir dağ kadar güçlü ve yıkılmaz zannettiler. Bir kadındım hâlbuki. Üstelik sevilmeyi hak eden bir kadındım. Hiç birine dır dır etmedim başkaları gibi, hiçbir şeye mecbur etmedim. Ama her biri beni yalnızlığın kollarında bıraktılar. Ve yıkılmaz bir kale gibi sonuna kadar buyur ettiğim gönül hanemde, tarumar ettiler mukaddesatımı.

Bitirmek için varlığımın en mukaddes inancını, farkında olmadan yerle yeksan ettiler yaşama tutunduğum mutluluklarımı.

Şimdi hesap zamanı kendimle…

Ya bitmeyi kabullenecek ve son bir not bile bırakmadan yürüyeceğim, en sevdiğimin hiç sevmediği o darağacına ve kendi ellerimle çekeceğim kendi ipimi ya da sığınacağım beni karşılıksız ve en çok sevenimin yanına. Ben onu sadece kaybettiğim zamanlarımda hatırlasam bile, kimsesiz kaldığım şu an, kimsem olacaktır yine de. Şimdi sakin olma zamanı ve bir “anka” gibi küllerimin içerisinden binlerce güzel ve ulvi duyguyla binlerce doğma zamanım. Haydi Kader. Bir karar ver bu gece. Ya doğacaksın yeniden ya kaybolacaksın büsbütün”.

Yalnızlığa alışık ruhuyla konuşurken bir yandan da içinden söylediği her sözün aslında kendine ait olmadığını bilerek ve hissederek coştukça coştu Kader. “Allah’ım” diyerek yumdu gözlerini. Giden hiçbir sevgilinin ardından bu kadar gözyaşı dökemediğini bilerek bıraktı kendini. Ağladı gecenin içine. Her bir damlada yıldızlar parladı sanki ve yıkılan dünyasını der top etti Allah’ı, koydu geçmişin çöplüğüne. “Yeniden başla” dedi içindeki sıcacık, saran bir ses. “Yeniden başla yaşamaya ve unutma ki sen beni dara düştükçe ansan da ben her an seninle birlikte ve senin yanında olacağım. Sen benim yanımda asla yalnızlık nedir bilmeyeceksin”.

Silmedi kader gözyaşlarını bir inci tanesi gibi akan her damla görünmez bir kâse-i fağfur da birikti. Pişmanlığın tevben’dir diyen Tanrı katı, açtı tüm kapılarını. Gece kutsadı yalnız bir kadını. Gözyaşları kırkladı acılarını ve her bir yıldız şahit oldu Kader’in yeniden doğumuna şafak atana kadar. Sabahın en soğuk ve en karanlık zamanına kadar yanında kaldılar. Sonra okunan sabah salasıyla yeni bekçisine teslim edildi emanet bir genç kadın, güne bıraktıkları nöbetle bir gecenin içinden daha usulca ayrıldılar.

Her görünmez sanılan sırrın ve karanlığın şahidiydi ay ve yıldızlar. Ve gizli saklı tüm gerçeklerin üzerinde bir ümide delil diyerek asılıp, ümidini kaybedenlere hayatın içinden ışık ışık yollar açtılar.

Kader, kapanan tüm yollarına rağmen doğan günle birlikte yeni bir hayata doğuyorsun bu sabah. Bırak adının kaderini, her yazdığını en güzel yazanın kaleminin ucundan mutlak bir hayırla çıkacaksın. Gülmek kendi dışında bulacağın bir nimet olmayacak asla. Mutluluk, yalnızca kendi içinde büyüttüğün büyük bir çınar. Yalnız geldiğin bu yerde, kim vefa edebilir sana. Hangi nehrin kıyısında ağlar seni yalnızlığa bırakanlar. Bir sen…Yalnızca sen…

Sen Kader…Bütün bir dünya yalnızca senin için kuruldu, kıymetini bil… Sakın unutma "Hayat, sadece bir bakış açısı meselesi"dir…

ÜÇ BİLYELİK SERVET

Hepi topu üç bilyelik servetimle
Sokakların her kuytusunda
Gelip geçen tek tük araba gölgesine
Sererdim dünyaya oyunlarımı
Tüm heybetimle…
Ve içerdim dökülen terimi
Kana kana bir yudum su gibi

Büyümek yaramadı
Çaldılar cam boncuk bilyelerimi
Hasrete vurmuş mısralar
Dolaştırdı ayakkabı bağlarımı
Düştümse boşuna değil
Şiir akıl işi değil...

Eğil huzura varmadan
Sen dediğim ben
Bir söğüdün dökülen dallarına
Dal gibi gövdenle
Bodur bir ağaçsın sen
Annenin sözünü dinlesen
Hiç çıkmazdın ağaç kovuğu evinden
Dizinin dibinde, aşktan uzak
Güvenle gücenmeden
Ne menem bir beladan
Bin defa kurtarırdı saçlarını
Gece vakti gözüne de batmazdı
Kırardı yıldızların çarpık
Çırpı bacaklarını…

19 Şubat 2008 Salı

BEKLEDİM BEKLİYORUM

Bekledim…
Anlamanı…
Dünyayı önüne sererken
Yalnızca bir demet nergis almanı
Senenin bir tek günü
Ve bırakmanı evime değilse bile
Dostumun ellerine
Ondan alacağımı bilerek

Bekledim…
Anlamanı…
Parayla işimin olmadığını
Bir paket çikolatamın bittiğini
Düşünmeni…
Ve bırakmanı evime değilse bile
Dostumun ellerine
Ondan alacağımı bilerek

Bekledim…
Anlamanı…
Kıyas kabul etmez bir güzelliğin olmasa
Ve parlamasa kalbinin güzelliği yüzünde
Yanında durmayacağımı, yapamayacağımı
Birilerinden farklı olduğunu, değerini
İçimde isminle büyüttüğüm leylakları
Koparmamanı…
Ve gelmeni evime değilse bile
Dostumun evine
Onda olacağımı bilerek

Bekledim…
Bensiz o uzak yollara gitme demeni
Kalacağım yeri senin belirlemeni
Ya da kandırmanı bir şekilde
Çok mu lazım başka yerlerdeki
Başkalaştığım sokaklar
Bekledim kal demeni…
Ve gelmeni benimle değilse bile
Arkamdan ille de
Orada olduğumu bilerek…

Bekledim…
Bekliyorum…
Ama işin aslı anlar mısın
Hiç bilmiyorum…

18 Şubat 2008 Pazartesi

AĞLARSIN

Çığa mı bastılar tenini
Rengi düşmüş yüzüne
Soğuk kesmiş elini
Saçların
Kalakalıyor avuçlarımda
Bakakalıyorum ya öylece
Çiçeklerin solgun

Serçeler bırakmış dallarımı
Çıtı çıkmıyor sabahların
Yası dinmiyor bulutların
Ve yaşlanmıyor denizlerim
Kabukları ayıklanıyor
İstiridyelerin
Bekliyorum gelsin diyerek
Hırkası eski Mevlevileri
Vakit ilerliyor acele etmeden
Ney’ler suskun

Kim bulsa yitiğini
Çözer bağladığı düğümü
Çözülür bahtın ayak bağları
Ve sızılır tüm zeytinler
Yağlarını bırakır avuçlarımıza
Kökleri mutlu dalları yorgun

Sıradan her patikayı
Yürütürler
Allahın bitmeyen gününde
Kırmızı çiçeklerin taç yapraklarını
Yolarlar acısı dinmeyen ayrılanlar
Ve küserler unutulduklarına
Solgun gün batımlarında
Boyun bükerler suskun…

İlle de sen
Kalırsın uzağımda
Ve delişmen her çığlığın
Hesabını sorarsın gitmelerime
Yılgın atlar şaha kalkar
Dönemem olduğun sahillere
Dönsem de zor bela
Bakamam yenilen eski gözlerine
Düşerim dizlerimin üzerine
Öperim toprağını
Görsen bitmiş halimi
Sen bile acırsın…
Kim bilir belki unutup kendini
Başucumda ağlarsın…

17 Şubat 2008 Pazar

Yaşamak…

Yaşamak bir anın içinde seninle
Ve söyleyebilmek korkmadan
Duyulmayan seslerimle
İsmini…
Haykırmak rüzgârda
Denizin tuzunu ayırıp suyundan
Şifa olsun diye basmak
Kanayan yanlarına
Yaşamak…
An içinde saklı
Senli bir zaman…

Yorgunluk

Özlemişim koyu yeşil duvarlarını
Ve tozu alınmış dolapları
Havalandırma zamanı gelmiş salonu
Kuşların konduğu pervazları
Yaşayan bu evi
İçine girişinle…

Sesini koy şu tablodaki denizin kıyısına
Ve gülüşünü iliştir vazoda kuruyan güllere
Elinin sıcaklığı ısıtsın çay bardaklarını
Ve kan kırmızı bir demle, demle
Sohbetinle bu evi
İçine gelişinle…

Konuğu ol evimin
Varsın girme koynuma
Sarılma sensiz eğik kalan boynuma
Ve yorma artık bu yorgun evi
Çekip gidişlerinle…

Çığlık

Ne zaman durup dururken
İnse zirvesinden
Tiz bir çağrıyla dağın çığı
Altında kalırım...
İnanır inandırırım öldüğüme
Ecelin üşüten nefesiyle
Dalından göz kırpımı düşürdüğüm
Sincapları...

Çatlayan kabuğumla
Filizlenirim yokluğunda
Yetim bir fidan olur büyürüm
Özlediğim baharlara...
Güneşin ağartan zamanlarına
Adını verip asılırım
Kökü bende darağaçlarıma...

Boya gider ismin
Çorak yamaçlarımda
Bir kayanın orta yerinde
Çığlık çığlığa ...
Seninle büyüttüğüm sevda dolu bir yan
Can bulur kar sularında…

15 Şubat 2008 Cuma

PUZZLE'IN EKSİK PARÇASI

Anı defteri tutmak lazım belki de. Eşe dosta olup biteni ve yaşadıklarını anlatmaya çalışmaktansa en güzeli bir anı defteri tutmak. Zira yaşadığın şeyleri anlatırken, kendi doğrularının arasında sıkıştıkları halde yorumlar getirip yargılamaya başlayacaklardır dinlerlerken.

Dostlarımdan beni soğutan en ince noktada hep burası oluyor işte. Anlatmak için çırpıntığın onca şey varken genel geçer kuralları koyarlar önüne. Oysa kendi hayatlarında hangi genel geçer kurala hayatiyet kazandırabildikleri ortada.

İnsanoğlu. Duygu ve mantığıyla kendi ölçüleri çerçevesinde hareket eden bir varlık. Kiminde duygular ön plandayken kimi somut gerçekliklerinin içerisinde bunalıyor. Değişen hiçbir şey yok aslında. Ne biri nede diğeri biraz daha fazla ya da eksik çekmiyor hayatın yükünü ve ağırlığını.

İçinde sevgiye dair bir eksiklik hissetmeyen var mıdır? Hangi toplumun içerisine girseniz hep bir sevgi söylemi yok mudur? Ya birbirini sevdiğini söyleyen insanlar yahut işine aşkla bağlı olanları görürsünüz. Aslında temelinde doymayan bir sevilme, beğenilme arzusu var insanın içerisinde. Doyumsuzluktan kaynaklanmadığı aşikâr, en masum ihtiyaç. Sürekli bir yerlerde ve bir şeylerde arayıp durdukları “puzzle”ın eksik parçası.

Gidebildiğim en uzak noktaya kadar gidiyorum. Gördüğüm sadece her insanın onulmaz bir şekilde ve deli gibi sevgiye ihtiyaç duyuyor olması. Hep aynı sona yahut aynı başlangıca ulaşıyorum.

Evet, dünyaya gelmemize vasıta olan bir anne ve babamız var hepimizin, istisnasız. Fakat bizi var eden o büyük kudretten uzak düşmenin acısıyla doğuyoruz hayata. Sanki kendinden uzak kollara bizi emanet etmiş gibi. Durmadan arayıp durduğumuz ve eksikliğini hissettiğimiz bir yangın büyüyor içimizde geçen yıllarda. Yeni meşgaleler, yeni duygular koyuyor kalplerimize, yine aynı kudret sahibi. Yeni sevgililer uyduruyoruz. Oyalanıyoruz seneler ve yıllar boyunca. Hasretimiz hiç bitmiyor. Yalnız hissediyoruz durmadan kendimizi, kalabalıklar içerisinde bile. Bitmiyor, tükenmiyor. Sitemler birikiyor içimizde ve uydurduğumuz sevgililerin isimlerine yöneliyor bu sitemler. Hayatın her anında aynı ismi perdeleyen bir perdedar buluyoruz karşımızda.

Genel geçer kurallardan en çok karşı çıktığım; “bir gönülde yalnız bir sevginin bulunabileceği”nin söylenmesi. Ne kadar anlamsız. Bir ummanın bir zerreden oluşması mecburiyetine hapsedilmeye kalkışılması gibi bir durum.

Böyle olabilecek olmuş olsaydı anne babalar, bütün çocuklarını eşit sevdiklerini söyleyebilir miydiler? Hayır, bir eşitlik elbette söz konusudur ama asla aynı sebeplerle sevilmez sevilenler. Birinin yüzüne baktığınızda bir melek görmüş kadar huzur bulursunuz, bir diğerinin safiyeti kalbinizi çalar, öbürünün zekâsı mest eder… Binlerce sebep bulur sevmesini bilenler kendi içlerinde. Sevmek zaruri bir ihtiyaçtır insanoğlu için. Sevilmekte öyle. Ne kadar sevilse ve ne çok severse sevsin bir türlü tam olarak sevildiği duygusuna ikna edemez kalbini. Her zaman bir tarafı eksik kalacaktır. Kalan kısım, görmeden iman ettiği o büyük Yaratıcı’dan başka hiçbir şey doldurulamayacaktır. Ve hiçbir şair hiçbir müellif meydana getirdiği eserlerinde bu aşkın uzaktan yakından bahsine muvaffak olamayacaktır.

Bir Leyla bahsine hapsolup kalacaktır “aşk” denen vuslatsız açlık.

Her yaratılan kopup geldiği bilinmezlikten getirdiği hasretleriyle yaşamaya mecbur kalacaktır, dünya günü sayılı hayatında. İdrak sahibi olanlar için “NAR”, Sevgilinin yanına varıldığı anda "NUR" diye algılanacaktır mutlaka. Bir eziyete dönmeyecektir kavuşma zamanı.

Dünya bir oyalanma yurdu olarak hükmünü sürdüredursa da her fani çarpa çarpa ve kırıla döküle hızlı adımlarla asıl aşkına koşmaya devam edecektir. Ne yaptığından habersiz ve ancak bilebildiği, duyumsayabildiği kadarıyla.

14 Şubat 2008 Perşembe

TUNA'NIN KENARINDA


Aşk…
Derin derin çektiğin
Deli bir bağımlılık
İlk zaman
Öksürüğe boğan
Sonra başını döndürmeye
Gücü yetmeyen…

Şu kara şehrin duru nehrine
Müptelalığım gibi
Oturup saatler ve günlerce
Bakıp duruyorum
Serçelerine…

Tuna…
Kimseyi getirmez bana
Zamanı götürür hızla
Bakarım ben öylece
Yok ki beklentim

Gelecek olan
Açar kanatlarını
Takılır kuşların ardına
Gelip konar omzuma
Gelmeye niyeti olsa…

Bilirim çocukluğumdan beridir
Ameller niyetlere göredir…

TUNA NEHRİ'NİN YANINDA

Ne zaman eski bir isim çıksa karşıma yeniden yollar ve yolcular geliyor aklıma. Gidenler, gelse de bulamayanlar, gidip de hiç dönmeyenler. An’ların içinde yaşıyor hayat ve sadece o kısacık zamanların içerisinde yaşanıyor. Bir anlam yükleniyorsa bu süreç içerisine hapsoluyor yaşanan tüm mutluluklar. Yaşanırken kederli olduğu düşünülen şeyler bile mutluluk oluyor hatırlandığında. Her zaman güzel halleri kalıyor akıllarda.

Bir de hesaplaşamayanlar oluyor ille de. İntikam hesapları yapıp, bir türlü alacakla vereceği denkleyemeyenler. Öldüresiye sevenler diyorum bunlara. Gömmekten başka hiçbir son onları tatmin etmiyor. Bu yüzden öldürene kadar bunaltmayı tercih ediyorlar. Meselenin bu tarafının çok da önemi yok benim adıma. Zira hiç de umursamıyorum artık böylelerini. Ne istiyorlarsa onu yapmak için harcasınlar tüm enerjilerini. Mutlu etmek ve mutlu olmak bu kadar ucuz değil ve son derece de kıymetli.

Ara sıra gelip bir yudum acı kahve misali iki kelam ediyorsun ya. Bu kadarcık da olsa bir iz bırakmışım demek diye düşünüyorum. Hiç anımsanmamak üzer mutlaka geride kalanı. Kimse unutmaz aslına bakarsan. Çok zaman unuturum diyenler gömerler en derin kuyuların diplerine. Üzerlerine aynı isimleri unutmayı sağlayacak taşlar atarlar karalama kampanyasıdır bunlar. Bu taşlar olmasa güzel tarafları hatırlanacak diye sadece savunma psikolojisiyle yaparlar bunları. Onlar da bilirler aslında tüm bu hafriyata rağmen birlikte olunan zamanlarda o isimleri çok da sevdiklerini. Sonra daha küçük taşlar atılır acılar hafifledikçe ve zaman getirip doldurur tüm taşların aralarını toprak ve kumlarıyla. Unutmak umut edilir yalnızca. Unutulan sevgilide kalan gönüldür sadece. Gönülsüz gezilecek zamanları getirip bırakır kapıların önüne hayat.

Ne o sahil unutulur, ne eski çarşı. Her tütsü yakışta dumanı resmini çizer durmadan. Amber kokusu doldurur odayı yeniden. Misk-i Amber en kıymetli koku. Odanın kokusuyla birlikte tüm evin havası ve tüm düşünceleri de değiştirir bir anda.

Her kesin ve her şeyin kendine ait bir kokusu vardır ille de. Bir defa duyduğunda nerede ve ne zaman olursa olsun hatırlayabileceğini düşünürsün. Her gözde bulduğun ve her yüzde karşına çıktığını düşündüğün gibi bir anda onca insanın içinden aynı kokuyu alırsın istem dışı. O mu burada diye belli etmeden arar gözlerin. O denilenler çok uzakta da olsalar.

Yeni dostlar girer hayatına tüm kapıları kapatıp kilit üzerine kilit vursan da. Gidenler unutulmazlar ama gelenler doldururlar kalbini hiç istemesen de. Yeniden sevmeye başlarsın. Bir de bakarsın ki kalbin ölmemiş ve ölmüyor ne olursa olsun. Bunun ismi unutmak olmaz hiçbir zaman. Unutmak ya da unutmamakla ilgili değildir olup biten. Mesele yine de ve yalnızca “an” dediğimizde gizleniyordur. O “an” içerisinde yaşadığın mutluluğu ya koruyacaksın ya kıymetini bilmeyip yürüyüp gideceksin başka bir yöne. Ama yürüyüp gittiğinde bileceksin ki yeniden asla o “an” tekrarlamayacak kendini. Bir dolu zaman geçecek ayrı gayrı ve hiçbir şey bu farklı zamanların yerini dolduramayacak.

Bir “an” içinde yaşanacak tüm aşklar ve sevgiler. Koruyabildiklerimiz bizim olacak kaybettiklerimizle çoktan vedalaşmış olacağız.