15 Ekim 2008 Çarşamba

HEZEYAN

Arsız gecenin çarpık bacaklı yıldızı
Yırtmışsa yüzümün arını
Ve şırasına uzak salkımlar
Razı olmuşlarsa gelen kışla
Dalında kurumaya…
Birsem, varsam
Yaşıyorsam sol yanında
Topuk tıkırtısı ezdikçe ses veren
Yollar çıkıyorsa uluorta yoluna
Fallarda yoksulluğum
Düşlerde felaketim.
Yetimsem
Düşmüşken nefes nefese
Yine de erinmezsem
Hayatın ipini doluyorsam parmaklarıma
Arınıyorsam zehrimden
Kir nasıl birikirse alnının yazısına
Öğlede silinirsin bilesin
Bilmek çoğu zaman
İşine gelmese bile
Bile bile
Öyle de böyle de
Bir şairin saklı bir mısraında
Gizlenirsin istemesen de…

2 Ağustos 2008 Cumartesi

&&&&&

Ne kadar kızgınım şu an anlatamam. Iki satır nesre dolanan parmaklarımın o ana sütü kadar sıcak ılık rayihası gitmeden kağıda nakşedememenin ıstırabını yaşıyorum yeniden. Yazmanın en kötü yanı da bu işte. Gönlünün onca emeği aklının ve beceriksiz parmaklarının acziyeti yüzünden kaybolup gidiyor ya, buna dayanamıyorum işte. Oysa neler neler anlatmıştım ilk ağızdan. Bir ton sitemle başlamayacaktı bu yazı mesela.

Bütün bir gece içimde büyüyen ismini "hür"ce haykırmak için kendimi gri bir ormanın orta yerine götürüp bıraktım. Bütün orman ismini haykırırken etrafımda tavaf etti beni. Çığlıklarıma karışan ismin ağaçların perdedarlığında saklandı bütün alemden. Bir ben vardım, bir de Mevlam. Mevlam… Sesime çığlıklarıma, haykırışlarıma en çok o alışık değil mi? Bana hiç kıyamayan yegane sevgili.

Bu kadar açık ve hiç çekinmeden içimde patlayan her sesi anlatmaya korkmamak... Yerimde kim olsa eminim onu korkuturdu. Şımarmak kıymet bilmemek. Umursanacak şeyler mi bunlar? Belki bu kadar gailesiz görmeseler beni, belki biraz daha insana benzetseler mevcutiyetimi gözlerinde umursamayı düşünebilirdim bende. Evet, umursayamıyorum. Nedenini sen de biliyorsun. Olsa olsa en kötüsünden yeniden yalnız kalmaz mıyım? Aldatılmak, insanın başına sıkca geldiğinde çok anlam ifade etmiyor artık. Sürmenaj oluyor gönül. Ilgilendirmiyor çok fazla onu artık. Geçmeyecek hangi acı varki. Canı sağolsun deyip dönüp gitmemiş insan mıyım ben.

Uykularımı yitirdim adının kazındığı güzel sözlerinin hayata döndürdüğü kalbimde. Yatıyor ama uyuyamıyorum. Saatlerce konuşuyorum hayalinle. Cevap verdiğin oluyor vermediğin oluyor. Kalkıp bir sigara içiyorum yeniden ve döndüğümde git diyorum sana. Seni gönderince annemin öğrettiği çocukluk uykularımın duasını
okuyorum ve dua ediyorum "Uyut beni artık Allahım lütfen" diyorum. Ancak o ara gözlerim kapanıyor kendiliğinden. nasıl uyuyakaldığımı hatırlamıyorum. Burada olma ihtimalinle kimseler uyanmadan sabah erkenden yeniden gözlerimi açıyorum sabaha. Herkes uyuyor oluyor. Ama kısıtlı yakaladığım bu hürriyet anımda sen buralarda olmuyorsun. Işlerin var elbet ve şikayetim yok. Özlemeye alıştırıyorsun hiç
düşünmeden.

Alışmak zor mudur sanıyorsun. Kendime alıştığım onca seneden sonra herşeye alışmaya muktedir olduğumu düşünüyorum. Değil mi ki kendime alışmayı başarmışım. Gülünç gelirdi bu cümle başka biri okumuş olsaydı. Ama senin güldüğünü sanmıyorum. Beklediğim o muhteşem haberi uçurtmamın arkasına kuyruk diye taktım. kopmadan güzel haberlerimi görünmeyen canlıların dillerinden duyup getirecek. Bir sabah bu şehrin uzağında uyanmayı diliyorum. Küstüm yastığında değil, kendi yastığımda. Tek kişilik bir hayalin kurgusal mutluluğu bile yeniden hayata bağlıyor sanki beni. Elimden kitap düşmüyor. Heyecanımı, özlemimi, açlığımı, susuzluğumu ancak sayfaların arasında geçiştirebiliyorum. Lamia olasım geliyor bir meriç’in suyuna karışıp akmak için. Olamıyor olmam bunaltmıyor. Gelen günlerimizi kutsasın Allah diye dua ediyorum. Güzel şeyler gelsin tüm insanların ve Allahın tüm kullarının başına. Mutlu iklimler hüküm sürsün yeryüzünde. "Aşkolsun komşu" diye selamlaşsın ahbaplar. Kuşlar kanatlarını sevdayla rüzgarda dolaştırsın. Tarla kuşları beklesin tarlaların başını. Börtü böceğe bile şenlikler sunsun hayat.

8 Nisan 2008 Salı

5 Nisan 2008 Cumartesi

OLDİES BUT GOLDİES PARTY

Anlamakta zorluk çekiyorum. Oysa son derece anlamaya iştiyaklı bir yaratılışım vardır. Evet yazık ki anlamaya uğraştıkça imkansızlaşan bir kaosun derinlerinde kıvranıyorum bu meselede.

Her millet kendi asaletiyle hayatını sürdürür. Her milletten üstün görmek ister kendini. Hep bir numaradır kendi dar çerçevesinde. Hayatlarına bakarım milletlerin fertlerinin. Benim hayatımdan daha iyi yaşadıkları konular varken daha fazlasının tadını çıkardığım yanları görürüm. Sonra aralarındaki kavgalara bakarım uzaktan. Zira yakından bakabilecek kadar yakın değilim. Kendimi bildim bileli süren savaşlar gördüm. Kendi iç savaşlarımızın dışında.

İsrail-Filistin savaşı başlayalı kaç yıl oldu hatırlayan var mı? İsrail bir parmak dokunuşuyla kırdıkça Filistin halkını yağmur bereketi gibi yeni bebekler doğup büyüyüp elleri sapan tutar oluyorlar çarçabuk. Analarının babalarının büyüdüğü gibi büyüyorlar. Ellerinde sapan, hangi dakika öleceklerinden habersiz, kelle koltukta bir hayat bekliyor daha doğdukları anda.

Bugün canımı acıttı aklıevvel bir efendi. Elbet beni bilenin benden bekleyeceği o kibar üslupla aldı hazin cevabı kulaklarına küpe etti inşallah.

Efendinin konuyla ilgili yorumu bire bir şuydu: “Vallahi bir şey söyleyeyim ben, bu Filistin İsrail meselesinde İsrail’i haklı buluyorum. Topraklarını İsrail’e para ile sattılar. Bilmem kaç yüz milyon tanesi bir araya gelip üç milyonun hakkından gelemiyorlar.

Soruyorum arkadaşlar. Hanginizin hükümet politikasıyla ilgili halk olarak birebir sözü nazı geçiyor. Ne kadar zam verirlerse ona rıza etmiyor musunuz? Ne yiyeceğinize, ne giyeceğinize varana kadar hükümet efendi karar vermiyor mu? Siz de çok canınız sıkılırsa bir iki güven parkta yahut Abdi ipekçi parkından meclisin yoluna doğru yürümüyor musunuz en fazla. Kim dinliyor peki sizi? Rahmetli* Süleyman Bey’in lafını bilmeyen var mı yeni neslin dışında : “Yollar yürümekle aşınmaz”. Kime sorsanız hükümete oy veren başkaları. Peki, oy verenlerin tepesini attıracak kadar ortalığı gerenler kimler. Bangır bangır meydanlarda toplanıp sloganlar atıp ya bizim gibi olacaksınız ya hiç var olmayacaksınız meydan okumalarıyla. Mazlum gibi görünmesini sağlayıp başımıza getiren muhalefet yanlıları şimdi niye bir şeyden haberleri yokmuş gibi sersem sepelek siyaset yapmaya uğraşıyorlar hala…

Bugün Filistin meselesine bu minvalde bakan sözde okumuş mürekkep yalamış memleketimin aydını geçinen “oldies but goldies party”lere katılan sonradan olma burjuvalar çıktıkları kabukları beğenmez hallerinden vazgeçip gözlerini açarlar mı bir gün acaba?

Ortadaki satıştan Filistin halkının payına düşen sorumluluk bütün bir sorumluluğun yüzde kaçıdır acaba? Hükümetleri de sorumlu görmüyorum artık. Zira hükümetler değişiyor ama yazık ki benim ülkemdeki kokuşma ve bozulma bir türlü düzelmiyor. Bir sorumlusu olmalı bu gidişin mutlaka. Ülkeye tepeden bakanlar aşağıda yürüyen küçük insanlara “aptallar size müstahak” bakışları atmaya devam ediyorlar yazık ki. Halk her sorunda kendini sorumlu hissediyor. Aşağılık mahlûklarmış gibi ezik, çaresiz işsizliği, enflasyonu siyasi skandalları, hortumlamaları bile kendi hatasıymış gibi sinesine çekmeye mecbur oluyor. “Biz adam olmayız” diye düşünmeye alıştırılalı uzun zaman oldu.

Topraklarımız bir silahlı saldırıyla ellerimizden alınmıyor tersine gözlerimizin içine bakıla bakıla parsellenip hediye ediliyor yabancılara. İşin sonu nereye varacak peki. Bugün hak etti denilen Filistin halkı yalın ayak, başıkabak mücadele veriyorken topa tüfeğe karşı sapanla, yarın aynını biz yaşamayacak mıyız Fırat havzasında sanıyorsunuz. Kutsal topraklar diye gördükleri sınırların bir ucunun bize dokunduğunu bilmiyor musunuz?

Bugüne dönüyorum şimdi. Suni gündemlerle ottan betten meselelerle haber bültenleri çok büyük meseleler varmış gibi doldurulurken meselelerin konuşulması gereken kısımları ört bas ediliyor sürekli. Buzdağının altındaki kısım çok büyük. Ekonomik politikası bile olduğuna inancımın kalmadığı bir memleket burası. Hangi kurulu sistem işliyor eğitim sistemimi, sağlık mı, adalet mi hangisi? Ben size söyleyeyim amelelik eden halk eşek gibi çalışmaya devam ediyor ama hiçbir politikası olmayan hükümetlerin biri gidip biri geliyor başımıza. Provokatör Türkiye düşmanları için bulunmaz bir zemin. Derin devlet denilen yapılanma kendi arasında memleket kurtarıyor veya belki de batırıyor bilen yok.

Her dönemde görevinin başında durduğunu bildiğimiz tek bir yapılanma kalıyor işleyişin sorumluluğu ile ilgili elimizde. Türk bürokrasisi. Yani, hangi hükümet gelirse gelsin başbakana mihmandarlık eden hukukçular, ekonomistler yahut başka sözde memurlar. Memleketi yönetenleri yönetenlerden bahsediyorum. Her satış anlaşmasını yetkilinin önüne hazırlayıp koyanlar. Her sayfasını tek tek okuyup neye imza attırdığını bilen o insanlar.

Filistin’den sorumlu olan bürokrasinin kardeşi olan Türk bürokrasisi…

3 Nisan 2008 Perşembe

CANIN İSTERSE DOĞ GÜNEŞ, İSTEMEZSE...

Nasıl olur gülümsemeden uyanırım doğan bir güne. Hayat içimde uyanırken ve doğum sancılarını hissettirmezken gün. Dönmekten bıkıp usanmayan bir dünyada, dönencesinin uzağında korunaklı düşüncelerimdeyim yine. Aynı masada oturduğumu mu düşünüyorsunuz her sabah uyandığımda. Yanılıyorsunuz. Bu masanın üzerinde görünmeyen bir dolu dünya biriktiriyorum sayfa sayfa görünmez kâğıt balyalarında. Yer kaplamıyorlar, huzur kaçırmıyorlar. Fırtınalı olanları her karşıma çıkışında balyanın altına atıyorum uzunca bir zaman daha görünmesinler gözlerime diyerek. Gülen yahut aşkı getiren her ne kadar hikâye varsa onların içerisindeyim. Yeniden yeniden satırlarında kayboluyorum.

Sabaha kadar uykuyu uyuttum koynumda, gecenin sessizliğinde. Son baktığımda saat dörde yine çeyrek vardı. Aklımın derinlerinde aptal bir oyunun içine düştüğüm o kâbus. Biri imtihan ediyor öbürünü, öbürü dediğim yakınımda duruyor. İmtihan konusu benim. Sabrımın sınırlarını zorluyor fütursuzca, biri dediğim. Öbürü olan yapılanı göremeyecek kadar zil, sarhoş âşık birine belli ki. Olaylara bulunduğum yerden bakamayacak kadar kendini kaybediyor. Susmam gerektiğini düşünüyor her nedense ve bunun talimatını veriyor durup durup. Hiç tanımamış beni diye düşünüyorum. Ne zaman şahsıma bir saldırı olmuş da susmuşum ki acep diyorum. Açıyorum bayramlık ağzımı göz yummadan. Zira biri olana öbürü dediğim öyle bir tutulmuş ki, ne hissetiğimi ve nasıl aşağılandığımı her şey bir yana, bana ne yaptığını zerrece umursamıyor ve birine söyleyeceğin her şeyin muhatabı ben olayım diyerek atıyor kendini gayya kuyusuna. O dakika açılıyor gözlerim. Aşk hala var bu dünyada ve hala yaşıyor birileri bu duyguyu demek diyerek.

Önlerinde eğiliyorum. Böylesi sevenler görmek bile umut verici. Puzzle’cı âşıkların hanesine bir artı daha koyuyorum. Ve geldiğim oyunlar hanesine de bir artı.

İçimdeki yaşlı kadın konuşuyor “e be evladım, madem bu kadar seviyorsunuz birbirinizi, ille birilerini inciterek mi anlayacaksınız birbirinize duyduğunuz aşkı” diye homurdanıyor. Aklıselim tarafım “kırılma, hanım teyze” diyor “ devir böyle… Senin yaşına geldiklerinde onlarda senin kadar rahat konuşabilir hale gelecekler kendileriyle ve başkalarını aracı etmeden duygularını tartabilecekler nasılsa. Şimdilik bu kadarı geliyor ellerinden, kusur sayma.” “iyi de…” diyor ihtiyar kadın “bu garibimin suçu ne idi? Biri hakaret noktasına getirdi, öbürü yarabbi şükür diyeceksin diye diretti”. Aklıselim: “Allah bu garibi ne zaman başka türlüsüyle karşılaştırdı ki hanım teyze? Bunu da kaldırır bunun da ceremesini çeker üzülme. Yılları boşuna mı yaşadı. Bakma sen onun böyle inceden dokunduğuna kelimelere. Taşlaştırdılar çoktan onun yüreğini. Hakları kaldı her zulmedende. Bir gün alacağını biliyor ya. Huzurludur yinede. Seyret bak, geriye dönüp bakmayacak bile yine yürüdüğü yolda. Ve tek damla gözyaşını ziyan etmeyecek kıymetini ayaklar altına atanlara. Son demişti ya daha başında. Ben asıl ona seviniyorum. Bir dahası olmayacak bu dünya aldatmacasının inşaallah. Yağmurlu günde bir yudum su isteseler vermeyecek kadar üzdüler ya nasılsa. Böylesi daha iyi şimdi ona. Bırak gitme sende üzerine. Dinlensin. İşlerine güçlerine bakacak ve mutlaka susacak içinde kalan acıyı. Yolcu ettikleri düşünsünler bundan sonrasında. Helallik vermediğini ve hakkı kaldığını. Kendisi gibi zannetmeyecek bundan sonrasında hiç değilse karşısına çıkanları.”

Neyine ağlayayım ölen günün arkasından bu adı karalanan şehirde. Sen ağla Ankara, ben senin seyrindeyim. Ne o, güneş mi döndü sırtını. Döner gelir nasılsa… Ağlayacaksan ağla ama takma sende kafana. Bırak. Canı isterse doğsun, istemezse…

1 Nisan 2008 Salı

KAL DEME ARTIK

Uzun siyah saçlarını başının üzerinde bir lastikle hapsedip, pencereden dışarıyı seyreden kadın “Ayrılıklar ölüm kokar” diye geçirdi aklından. Sonra neden’ini niçin’ini ve yaşadığı acıları sardı cümlelerine. Oysa sokakta bahar vardı. Evet, biraz sulu gözdü bu ara ama değil mi ki ağaçlar çiçek açmışlardı. Azıcık daha sabrı sarmalıydı bileklerine ve sürümeliydi umudu kendine.

Görmezden geldi diye düşünecekken, göremeyecek kadar gözü kararmış olabilir diye düşündüm. Demek bu kadar büyük bir acı birikmişti bakışlarının karanlıklarında. Oysa bahar geliyordu. Yaz, elini kulağına koyacaktı. Sözü vardı gelecek günlerin, yeni aşklarla gelecek bambaşka ve kocaman mutluluklara. Eteklerine bulaşan kederlere rağmen, elimizdeki tüm mutlulukları küçücükmüş gibi görmeye mi memurduk yoksa.

Ayrılıklar ölüm kokar… Hayır, güzel kadın… Öyle zannediyoruz, öyle gibi geliyor bize. Oysa zaman geçtikçe anlıyorsun ki ayrılıklar bile rahmet getiriyor ve yağmur sonrası duyduğun o ozon kokusu kadar huzur bırakıyor kalbine. İçindeki aşklar aynı büyüklükte ve coşkuyla yaşansın ve kirlenmesin diye ayrılıklarla ayrılıyor yollar çok zaman.

Ayrılıklar çok zaman hayata mutluluk getiriyor…

Kangren olmuş yahut olmaya yüz tutmuş, ar perdesi yırtılmış saygısızlıkların arasında, heba olmasındansa büyüttüğümüz sevgiler, kaldığı kadarına sahip çıkıp yaşattığı acılara göğüs germek lazım belki de. Dünyaya açtığımız geniş gönül kapılarımız var bizim. Her sevmeyi bilen, gelip girebilsin diye. Ama ruhumuzun dinginliklerine asla göz dikmemeliler. İncitmediğimizi görüp incitmemeliler. Sonuna kadar açık olduğunu söylediğim kapıları girenler çıkmasınlar diye bile kapatmadım ki asla. Gelmek fikri kadar, gitmek fikirlerinde de hürler. İstediklerinde gidebilmeliler. Gönlüm kimsenin esaret yeri olmayacak ve hiç leş bulamayacaklar ben öldüğümde kalbimde. Gönülsüzlük diyorum ya hani. İşte bu o.

Düşün kahve gözlü kadın. İyi düşün. Yemyeşil bir bahçen var. Çitlerine hanımelleri tutunmuş misler gibi kokularıyla sarı beyaz, çimenlerinde papatyalar, kayısı ağacını kucaklayıp boylu boyunca göğe çıkmaya heves eden sarmaşıklar ve menekşeler daha kim bilir neler… Bahçe kapısını açmışsın, dostların, sevdiğin mahalleli çocuklar konuğun olmuş. Mutlusun iyi ki varlar diyorsun. Gün boyu gülüşler, sevinçler. Akşam olduğunda gitme zamanı diyor akşam ezanı. Gitmeyin demek mümkün mü? Gündüzün şen bahçesi, gecenin kabristan işkencesi mi olmalı ille de. Bu mu sevmek ya bu mu aşk…

Her giden, mutlu olduğu yere yeniden dönecektir güzel kadın. Ümidini kaybetmemek bir yana, emin olmalısın. Ve mutlu olduğun yerlerin kıymetlerini bilmelisin. Her şeyden önce her birlikteliğin olduğu gibi her ayrılığın da bir sır sakladığını görmelisin. Gencecik bir gelincik gibi gelenleri beklerken pencerenden, hanenin içindekilerinin de seni sevdiğini ve seninle olmaktan duydukları büyük mutlulukları fark etmelisin. Benim kadar yaşlı bir kadın olmadan önce, nice sevdalar gelip geçecek hanenden. Kimi kıymetini bilmeyecek, kiminin kıymetini belki sen anlamayacaksın. Ama bir yazgı olacak alnının çatında mutlaka onu harfiyen yaşayacaksın. Aradığın bir aşk tarifi olacak aklında kalbinde, anlatmaya uğraşacaksın. Önemsemeyecekler bile. Ezdiklerini bile fark edemeyecekler yaşattıklarıyla. Hâsılı genç kadın, öyle ya da böyle yaşayacaksın bu bahçede. İyisi mi "aldım verdim ben seni yendim" de ve bırak giden gitsin. Birileriyle birlikteyken değil, sen her sabah gülümseyerek uyanan o şen halinde zaten her zaman güzelsin.

Bahçenden gelen kahve kokusu, gözlerinden mi? Pekâlâ… Şekerli bir muhabbet olsun benimki ve hiçbir zaman dert görmesin gencecik beyaz ellerin.


*********

"Ayrılıklar ölüm kokar…" / Ayşegül Tezcan, 01.04.2008 Edebiyat Defteri, Aynı adlı nesri