20 Şubat 2008 Çarşamba

KADER KOYDUM ADINI

“Evet… Vakit hayli geç oldu. Haklısın… Daha fazla beklemenin bir anlamı yok. Bu kadar karanlık bir gelecekten hiç kimse gelmez artık bu sılaya. Ya yum gözlerini düşünmeden yahut kur kafanda gidenlerin neden dönemeyeceklerine dair hafakanlarını.”

Yalnız bir evin, kınalı uzun saçlarıyla sahibesinin sesiydi kendisiyle konuşan. “Kader” konulabilecek en kötü isim bu değil diye düşündü yeniden. Çocukluğunda söylenen söz geldi dolandı diline “Adın kader olmasın, kaderin kader olsun” demişti o komşu kadın ve sevmişti upuzun saçlarını. Şaşırmıştı Kader. Zira o zamana kadar pek az kimse okşamıştı başını. Koşarak eve dönmüştü o geçmiş günün içinden. Kimseye anlatmamıştı üstelik içinde birikenlerin arasında saklamıştı bunca yıldır bu güzel birkaç anı.

Bırakıp giderken duymayı istemediği sözleri düşündü yeniden. Öyle ya, ne demişti yolcu olan hani: “mecburum, biliyorsun”.

Dönülmeyecek bir geleceğe mecbur olmak ama aynı zamanda mecbur etmek kalanları, bıraktıkları hasrete.

Neden uyur bir insan, son uykusuna kadar uyuyamayacağını bile bile bir yastıkta başını unutarak. Ya da neden uyanmak ister, “mecbur kalacağı uzak sabahlara yürüdüğünü” gördüğü halde. Hatta kimin hakkı vardır geceler kadar karanlık gelecekler bırakıp gitmeye.

“Mecburum biliyorsun, hatta bunu en iyi sen biliyorsun” diyordu giderken. Ara sıra geldikçe, insaflı bir kuşun kanatlarındaki gölge vicdanının üzerine düştükçe tekrarlıyordu aynı cümleyi inadına söyler gibi. “Neden bilmek zorunda olayım, neden anlayış göstermek zorunda olayım” diye düşündü. İsmi kader olan ama kaderine boyun büküp razı olmak istemeyen genç kadın. “Neden ben, neden? Dünyada bu kadar insan varken neden benim aydınlık dünyamı karanlık bir kâbusun orta yerinde bıraktın. Bu kadar güçlü olmak zorunda mıyım? Hayatımın üzerine yıkılan onca yükümü bildiğin halde, bir de seni sevdirip arkasından terk edişini kaldırabileceğimi nereden çıkardın? Sana büyüttüğüm bunca sevgimin an be an şahidisin sen. Binlerce defa yeşerdiğini gördüğün halde çekip gideceğinle ilgili habersiz miydin ki? Şimdi mecburdum diyorsun bana. Ve ölü bir aşk içimde çürüyor, içimi çürütüyor artık durmadan. Kanlı bir katil olsam bile bir görüş günü yazarlar bahtıma ve sen hiç yoksun. Maktulü cinayet mahallinde görmeye gelen yahut bir mezara fatiha okumak için senede bir gün Üçler mezarlığına uğrayan hayırsız bir evlat’dan zerrece farkın yok sevgili” diyerek kayboldu gecenin koyu rengindeki sonsuzlukta bakışları.

Biriken tüm kederlerinin üzerindeki tozları temizleyerek yâd ediyordu durmadan. Oysa gidenler çoktan yerlerinde yepyeni bir dünya kurmuşlar, düzenle yaşıyorlardı belki de kim bilir? Karmakarışık bir hayatı, kucağında bıraktıklarını bilseler bile artık yapılacak hiç bir şey yoktu hiç kimse için. “Hayat yaşanmaya mecbur bir kandırmacadır” diyordu, Kader. Kanmaya hazır çocuk gönüllülerle, kandırmaya mahir sözde aşk mürşit’leri nedense hayatın bir yerlerinde istemeseler de karşılaşıyorlardı.

Her şeyi daha açık seçik görebiliyordu, gece ne kadar karanlık olsa da. Gün kadar aşikârdı sanki artık gerçekler. Nerelerde kandırılmaya başladığını ve neden bu kadar kolayca inandığını anlayabiliyordu. Aşağılanmalarla büyüdüğü bir yerde, yapabileceğinin en iyisini yapıp kendini kurtarmıştı. İnsanın ne derece kıymetli olduğunu düşündüğü bir anda, kıymet verdiklerine emek verip zirvelere taşımıştı her birini. Her zirve çıkışında yaşadığı aynı terk ediliş yazılmıştı yine bahtına.

“Adın kader olmasın kaderin kader olsun” bitmeyen bir çığlık gibi çınlıyordu beyninin derinliklerinde bu sözler. Canını yakıyordu. Çığlık atmak, haykırmak, hayattan vazgeçmek an meselesi gibi geliyordu.

Yukarı çıkardığı diğerlerinden daha farklı olmamıştı işte yine yaşadıkları. Bir adım yukarı çıkınca kendini Sultan Süleyman zannedenleri elleriyle büyütmüştü. “Aşağılayanların sayısını artırmaktan başka bir işe yaramadı, insana verdiğim bu değer” diye düşündü.

“Kime kızıyorum ki, her biri ellerimle yaptığım kendi canavarlarım değil mi? Bunlar, katillerim benim. Duygularımın katilleri. İnançlarımın katilleri. Bugün beni hayata küstürenleri kendi ellerimle bulup çıkardım ben” diyerek iki damla göz yaşını sildi gözlerinden.

Kalktı oturduğu pencere kenarından. “Evet” dedi “ hiç hak etmediğim muamelelere muhatap ettirdim kendimi, gülüşlerimi çaldırdım hak etmeyenlere, mutluluklarımı çaldırdım. Terk ettiler beni. Bir dağ kadar güçlü ve yıkılmaz zannettiler. Bir kadındım hâlbuki. Üstelik sevilmeyi hak eden bir kadındım. Hiç birine dır dır etmedim başkaları gibi, hiçbir şeye mecbur etmedim. Ama her biri beni yalnızlığın kollarında bıraktılar. Ve yıkılmaz bir kale gibi sonuna kadar buyur ettiğim gönül hanemde, tarumar ettiler mukaddesatımı.

Bitirmek için varlığımın en mukaddes inancını, farkında olmadan yerle yeksan ettiler yaşama tutunduğum mutluluklarımı.

Şimdi hesap zamanı kendimle…

Ya bitmeyi kabullenecek ve son bir not bile bırakmadan yürüyeceğim, en sevdiğimin hiç sevmediği o darağacına ve kendi ellerimle çekeceğim kendi ipimi ya da sığınacağım beni karşılıksız ve en çok sevenimin yanına. Ben onu sadece kaybettiğim zamanlarımda hatırlasam bile, kimsesiz kaldığım şu an, kimsem olacaktır yine de. Şimdi sakin olma zamanı ve bir “anka” gibi küllerimin içerisinden binlerce güzel ve ulvi duyguyla binlerce doğma zamanım. Haydi Kader. Bir karar ver bu gece. Ya doğacaksın yeniden ya kaybolacaksın büsbütün”.

Yalnızlığa alışık ruhuyla konuşurken bir yandan da içinden söylediği her sözün aslında kendine ait olmadığını bilerek ve hissederek coştukça coştu Kader. “Allah’ım” diyerek yumdu gözlerini. Giden hiçbir sevgilinin ardından bu kadar gözyaşı dökemediğini bilerek bıraktı kendini. Ağladı gecenin içine. Her bir damlada yıldızlar parladı sanki ve yıkılan dünyasını der top etti Allah’ı, koydu geçmişin çöplüğüne. “Yeniden başla” dedi içindeki sıcacık, saran bir ses. “Yeniden başla yaşamaya ve unutma ki sen beni dara düştükçe ansan da ben her an seninle birlikte ve senin yanında olacağım. Sen benim yanımda asla yalnızlık nedir bilmeyeceksin”.

Silmedi kader gözyaşlarını bir inci tanesi gibi akan her damla görünmez bir kâse-i fağfur da birikti. Pişmanlığın tevben’dir diyen Tanrı katı, açtı tüm kapılarını. Gece kutsadı yalnız bir kadını. Gözyaşları kırkladı acılarını ve her bir yıldız şahit oldu Kader’in yeniden doğumuna şafak atana kadar. Sabahın en soğuk ve en karanlık zamanına kadar yanında kaldılar. Sonra okunan sabah salasıyla yeni bekçisine teslim edildi emanet bir genç kadın, güne bıraktıkları nöbetle bir gecenin içinden daha usulca ayrıldılar.

Her görünmez sanılan sırrın ve karanlığın şahidiydi ay ve yıldızlar. Ve gizli saklı tüm gerçeklerin üzerinde bir ümide delil diyerek asılıp, ümidini kaybedenlere hayatın içinden ışık ışık yollar açtılar.

Kader, kapanan tüm yollarına rağmen doğan günle birlikte yeni bir hayata doğuyorsun bu sabah. Bırak adının kaderini, her yazdığını en güzel yazanın kaleminin ucundan mutlak bir hayırla çıkacaksın. Gülmek kendi dışında bulacağın bir nimet olmayacak asla. Mutluluk, yalnızca kendi içinde büyüttüğün büyük bir çınar. Yalnız geldiğin bu yerde, kim vefa edebilir sana. Hangi nehrin kıyısında ağlar seni yalnızlığa bırakanlar. Bir sen…Yalnızca sen…

Sen Kader…Bütün bir dünya yalnızca senin için kuruldu, kıymetini bil… Sakın unutma "Hayat, sadece bir bakış açısı meselesi"dir…

Hiç yorum yok: