3 Mart 2008 Pazartesi

YAZICI

“Yazıl gönül yazıl” diye seslendi müellif yalnızlığına. Orta yerinden bir çatırtıyla bir kalem batışı açıldı gönlü. Bir telaş, pür telaş…

Neresinden başlayacağını şaşmış, kalem tutan ele güç yetirmeye, laf yetiştirmeye düşmüş başının belası yetmez gibi. Hem yaşa, hem anla, hem anlat, hem yazıl… “Yorma beni sahip, bir defa da sen yaz ben de ne gördünse bana ne verdin ne yaşattınsa…” deyiverdi içinden.

Şaşırdı kalemi tutan el. “Olmadı ki ama” dedi, “bunca zamandır ben hiç yazmadım ki, sen söyledin ben yalnız söylediklerini yazdım. Sadece kalemi tuttum, hâlâ tutabilen parmaklarımın arasında”.

“Oh ne ala dedi” gönlü, “hiç mi bir şey öğrenmedin bunca zamandır. Ödev verdim gelen bahara methiyeler düz bugün, ayak uçlarımıza kadar getireceği mutlulukları düşünüp yaz bu gün”.

“Yazamam ki” dedi kalem tutan el. “Sen söyleyeceksin, sen bekleyeceksin, sen kuracaksın hayalini ki bahar senin istediklerini getirsin ayaklarımızın dibine. Ümit sende, dua sende, arzu, mutluluk, sevinç sende sadece. Geçen gün, sen değil miydin yapma bunu böyle, başına iş gelecek diyen. Gelmedi mi peşi sıra başıma onca iş. Sensiz kılım kıpırdamaz artık. Söyle ki yazayım. Bırakma şimdi beni”.

“Aklına sor o zaman, o sana yardım eder” dedi gönül. “Peki dedi müellif gidip danıştı aklına nasıl yazayım diye.

“Yazmak yetenek işidir, gönül işidir, hem yazacağın konu olmalı hem yazmaya isteğin. Ama yeteneği olmayan kimseler ne yazarlarsa yazsınlar okunduklarında bir lezzet bırakmazlar. Önce karar vermelisin, ne tür bir yazı yazacağına. Bir öykü mü olacak bu yazdığın, bir makale, fıkra, deneme… Karar vermelisin bir defa buna. Arkasından okunmaya değecek bir mevzu bulmalısın. Okuyan bir şeyler öğrenmeli mi yoksa okuduğunda eğlenmeli mi? Karar vermek çok önemli. Yazdıkların…” diye sürdürürken akıl sözlerini kaçtı kalem tutan el aklından.

Sürüp giden konuşmadan korkup, gerisin geriye geldi gönlüne, “kurtar beni” dedi, “yorgunu yokuşa sürdü aklım yine”.

“Oooo, iyi alışmışsın sen tembelliğe. Doğru söylüyor ne söylüyorsa. Hemen pes ettin yine hayırdır” dedi gönlü. Koca kalem, küçücük çocuk gibi bir aklı bir gönlü gidip gelmekten acze düştü yeniden. Küstü sonra kendi kendine.

“Madem yardım etmiyorsunuz bana, vazgeçtim. Tek başıma da yazarım ben” deyip sıyırdı bedenini ruhundan sanki. Temiz bir kâğıt koydu önüne. Kesik uçlu dolma kalemine, silahına mermi doldurur gibi çekti mürekkebi. Çekip çıkardığı ruhunu tanımadığı bir isme giydirdi, Boyacı Yaşar oldu durduk yerde. Sonra sayfanın başından bir “Bismi Allah” lafzıyla başladı söze. Kısacık zamanda bir boyacı yaşar dünyaya geldi. Özlemleri, hayata karışmış. Döküldü mısralar birer ikişer. Ayıkladı benzerlikleri arkasından. Bittiğinde geçip karşısına kendi sesini boyacı yaşara yükleyip okudu hayatını son bir defa daha. Bir şarkı duyuldu yalnız odasında sanki. İki damla gözyaşı süzüldü yanaklarından. Bir defa daha okudu sonra yeniden bir defa daha. Tamam diyene kadar sürdürdü okumalarını. Sevdi boyacı yaşar’ı ve bir isim verdi mısraların başına. Ağırına gitse de bir isim vermek. Olduğu haliyle kalsın istedi ama olmazdı. Lüzumsuz buldu bir isim vermeyi bu sebeple “işgüzarlık benimkisi” deyiverdi. Daha da büyüdü şiiri gözünde.

Beğenince, öptü dolma kalemini ve usulca koydu muhafazasının içerisine.

“Gördün mü bak, isteyince yazabiliyor muşsun demek” dedi gönlü.

Gülümsedi kalemini yerine koyan elin sahibi. “Ah be gönlüm, sen ve doğruyu gösteren aklım olmasa çıkar mıydı bunlar kalemimin ucundan. Sizden azade tek kelam ettim mi ben. Ne kadar yürü derseniz deyin. Sizden ayrı gayrı yürür mü ömrüm. Kalemi elime verende, sizi bana lütfeden de aynı memba. Lütfû bol olanın adını kelamın başına, boşuna mı koydum sanıyorsun. Ne yek ben, ne sen, ne aklım… Her zerremizle onun emrinde onun iznine bağlıyız…”

Gönlü güldü adamın. Gönlü gülünce yüzü güldü. Gülümseyiş ömrüne sirayet etti bu dakikadan sonra.

Hiç yorum yok: